Sunday, December 20, 2009
Ankara'da köfte gezisi...
Haftasonu Ankara, sonrasında iş nedeniyle iki gün daha Ankara oldu.
BaşkentliEM Gencer'in Vişnelik tesislerine davetine rağmen hareketlenmedi ama benim için Ankara seyahati şahane bir KöftEM bulma şansı oldu :)
Ankaralılar muhakkak ki gitmiştir ama yazmak bana düşüyor.
Üstünel Köftecisi.
Değişik bir tarzları var adamların.
Masaya oturuyorsunuz. Muşamba benzeri bir masa örtüsü seriyorlar önce.
Sonrasına üstüne marulundan, yeşil soğanına, domatesinden pancarına bolca yeşillik geliyor.
Benim favorim ızgarada kızarmış sarımsaklar oluyor.
Muşambanın nedeni, garsonun gelerek o bolca yeşilliğe bolca limon sıkmasıyla anlaşılıyor.
Bu ana kadar köfte falan yok ortada. Limonlanmış yeşilliğe bolca tuzu da biz basıyoruz.
Masanın üzeri, açıkcası muşanbanın üzeri, yeşilin, hadi domatesten dolayı da kırmızının her tonunu içeriyor.
KöftEMler geç geleceğe benzeyince, biz bildiğiniz otçugiller gibi yemeye başlıyoruz.
Çatal kullanmaya, hatta elleri kullanmaya ne hacet, bildiğiniz otçu hayvanlar gibi ağzımızla yemeye başlıyoruz yeşilleri.
Lise yıllarında, bu tarz otçu hayvanlara benzetilme sıfatlarıyla karşı karşıya kalmış:), neyseki ODTÜ EM'yi kazanmış biri olarak çok da gocunmuyorum bu şekilde yemekten :)
Köfteler ekmek arasında geliyor. Mis kokuyor. Bir etten, bir ottan alarak yiyoruz yemeğimizi.
Güzel tarz kurmuş adamlar.
Mutfağa doğru gidiyorum. Malum merak bendeki.
Özel olarak domatesler, limonlar dizilmiş. Her bir sebzenin sorumlusu var içerde. Değişik bir işbölümü yapılmış.
Yani domates talebinde buluncağınız garson ayrı, sarımsak talebinde bulunacağınız garson ayrı.
Bolca domates istiyorum bir garsondan.
Diyaloğumuz şu şekilde:
- Abi kusura bakma, Hasan domates sorumlusu
- Tamam, sağolasın. Hasaaaaan domates.
- Hasaaan, 4 nolu masa domates istiyor.
Ne değişik geldi bana sormayın.
BaşkentliEM öncesi, Ankara'da yazacağım küçük bir hikaye idi bu ama BaşkentliEM'de ben,Gencer ve bu restorana beni götüren ODTÜ'lü asker arkadaşım (Kadri Kamçı MAN '05) birlikte olunca, KöftEM ağır bastı. Onu yazıyoruz burda ne yapalım :)
Asker arkadaşı demişken, ListEM'i takip edenlerden askere gidecekler varsa onlara özel, 6 ay, dile kolay 6 ay boyunca akademik olarak hazırladığım asker sözlüğünü köprüdeki Hürriyet haberinden tekrar paylaşayım:)
http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/10645752.asp
Hayırlı tezkereler. Yarın yerleri belli oluyor.
Ankara'yı görmek güzeldi.
Kızılay meydanı, ey gidi, o Güven Park, ODTÜ dolmuşları beklerken en önemli uğrak yerimdi.
Bu gidişimde de oturup sağı solu izledim. Melih Gökçek yine başta ama Kızılay meydanının bir yılbaşında başına astığı o cıvıl cıvıl ışıklar yok olmuş.
Güven Park'ta çoğunlukla yazın olan, havuzunda ışık ve su gösterileri eşliğindeki Ankara havaları da durmuş, sessiz sedasız o havuzu izledim.
Oturduğum o mermer koltuklar da hala orda. Havuzun yanında yalnız başlarına bekliyorlar:( Tekrar görüştük ama o kadar soğuktular ki bana karşı sormayın....
Ben, dayanamayıp bir de metroda neler değişmiş diye yeraltına, yürüyen merdivenlerinden indim. Biraz da, tuvaleti ziyaret etmekti hedefim:)
Tuvaletler mi ? O da ne, koca su tanklarını koymuşlar tuvalete. Fotograflamassam, içimde kalırdı, onlar da ekte:)
Ha bir de, metro kartı satışı yapan yerde " Paso göstermek mecburidir " yazısı beni kahkahalara boğdu, onu da ekte paylaşmak istedim, affınıza sığınarak.
İstanbul'a döndük ama bu gurme edasıyla gezilerimiz devam edecek. Özellikle '04 mezunu dostlarla devam ediyor zaten. Yoksa Marka '04 , Şanlı 84'lerin karşısında nasıl oluruz değil mi?
Bu arada gurme diyoruz ama ben sonradan gurmeyim malum :) Karadeniz lahanası, fındığı, Tirebolu çayından sonra bunlara alışmam kola değil :)
Neyse ki, bu yazıları birileri görmüş. Sonradan gurmeyim desem de nafile:), yakında Radikal'de radikal yazılar gelecek....
SeyahatnamEM sonrası bir GurmEM, veya Sonradan GurmEM kitabı yolda :) Ref: İstEMbul defteri
iyi geceler
Kadınlar Pazarında Gıda Deneyimi:)
Cumartesi, gıda üzerine, Ayşen Eren'in de konuk olduğu Deneyimler 5, Cem abi'nin keyifli moderatörlüğünde gerçekleşti.
Genelinde yeni mezunları hedef alan bir kurgusu olsa da, ODTÜlüler olarak ülke sorunlarını, bu sefer gündem de olan Gıda (GDO,doğal ürünler vs. ) sorunlarını tartışmak, benim açımdan hem keyifli hem de çok öğretici idi.
Finans, bilişim, yapı ve otomotivden sonra gıda ile devam eden bu Deneyimler buluşmalarının ilerde çok daha farklı misyonlar edineceği izlenimim ve görüşüm bu sefer de devam etti.
İlk araya kadar kalabildim.
Sonrasında FotoEM'le yeniden başlayan İstanbul keşfi sevdasına, bizim dönemdekiler de katılmış olacak ki, kolumdan tutup Kadınlar pazarına sürüklediler beni.
Sağlıklı gıda olayının tartışıldığı Deneyimler sonrası, Kadınlar pazarına Mumbar ve Buryan kebabı yemeğe gitmek pek de tutarlı olmadı ama doğuştan İstanbul Fatih'li Bilal '04, ve çocukluğu Mumbar yemekle geçen Feridun '04'ün bu önerisini kırmak olmazdı. Bir öğretici hem de lezzetli gezi daha başlıyordu :)
Öncelerde aynı ekip Horhor'daki benzer gurme gezimizden bahsetmiştim. Diyarbakır ve Urfa hakimiyetinin olduğu bir bölge idi orası.
Kadınlar pazarı da o bölgeye yakın, su kemerlerinin hemen arkasından başlayan, bu sefer Siirt ve kısmen de olsa Vanlıların olduğu bir bölge.
Sıra sıra lokantalar.
Camlarda etler, sakatatlar sergileniyor.
Balık kültürünü benimsemiş bir Karadenizli olarak böyle etlerin, özellikle de sakatatların arasında biraz ürkek yaklaştım, ilk siparişi verirken.
Kokoreçi severim. Ramazan ayındaki Eyüp ziyaretimiz sırasında da Uykuluk'u tatmıştım ama Mumbar nedir çıkartamadım.
İsmini bile duymamış olmanın saflığı ile bir porsiyon, ortaya sipariş verilmesini rica ettim. Yanına da bir Buryan kebabı. Kebab isminden, buryanın nasıl bir şey çıkacagı az çok ortada idi ama bu Mumbar ne melem bir şey olduğu gelince anlaşılacaktı.
Masaların, yemekler gelmeden ikramlarla dolması Horhor'dakine benzer. Yemekler gelmeden en azından gözünüz, acılı ezme, salatalar, soğanlarla doyuyor...
Bu arada şimdi yazarken Mumbar'ı nedir/nedeğildir diye ekşisözlükte bir aratayım dedim:
1. (bkz: bumbar)in yanlis yazilmisi... (bkz: entry polisi)
(bwh, 31.01.2001 02:23)
2. guzide karadeniz bolgemizde de bumbar yemegine verilen yaygin ad. sicak yenmelidir, aksi takdirde agizda donar ve insanin icini kaldiran tuhaf bir yag tabakasi olusturabilir.
(zeytinyaglibiberdolmasi, 13.04.2003 20:29)
#2659247 fb şikayet et
:D Evet Mumbar ismini bile yanlıs yazmışım ama tesadüf mü bilinmez, bizim karadenizlilerin (güzide) yaptığı benzer hata imiş ki, ekşi sözlükte de benzer hatadan bahsedilmiş :) Olur böyle vakalar....
Benim Mumbar oldu Bumbar...Masaya gelince Mundar olmasın da :)
Neyse, bumbar'ın gelmesi yarım dakika bile almadı.
Meğersem kebap falan değil, lokantada da hazır olarak bekletilen, hemen servis edilen bağırsak dolması imiş.
Ekşi'den yine referans vermek gerekirsek;
1. tercihen koyun bagirsagi (ince) temizlenir, içi dışına çevrilir ve içi dolma misali sogan, et, baharat, bulgur vs. karışımıyla doldurulur, dolma şeklinde bi yemek ortaya çıkar
(cressida, 18.11.1999 21:44)
2. mumbarin dogru yazilmisi.
tdk nin verilerine gore:
-büyükbaş ve küçükbaş hayvanların kalın bağırsağı.
-bu bağırsağa ciğer, kıyma, pirinç veya bulgur doldurularak yapılan yemek: bumbar dolması.
-soğuğun girmesini önlemek için kapı ve pencere aralıklarına takılan, içi pamuk dolu, uzun bez kılıf.
(bwh, 31.01.2001 02:22)
3. dolmasinin tadi super olur ama goruntusu nedeni ile ozellikle bayanlar tarafindan kuskuyla bakilan bir yiyecektir.
(satine, 30.01.2002 13:55)
#960628 fb şikayet et
Ne yalan söyliyeyim bayanların yaşadığı sıkıntıyı ben de kendisini :) görünce yaşadım.
Sıra tatmaya geldi, en zor anlardan biri.
Önce baharat bombardımanına tuttum dolmaları. Sonra çatalla ilk saldırı. Nasıl yeneceğini bile bilemeden, attık ağzımıza.
Lezzetli ama beklediğim lezzeti, yani bana bahsedilen lezzeti alamadım. Üzgünüm.
Kısmen mundar etmeden, yedik bitirdik, sildik süpürdük tabakları.
Neyse ki bir de Buryan Kebabı var. Onda beklenen lezzeti bulunca doyma hissine kavuştuk.
Kadınlar pazarına yolunuz düşerse bir tadına bakın.
Bölge küçük Siirt. Lokantalar arasında bulunan, ve ne alaka diyeceğiniz Siirt Seyahat de iyi yere tezgah açmış .
Neyse, Gıda üzerine Deneyimlerden sonra, üç öğün yemek yeme zorunluğunda olan bir insanoğlu olarak sektör hakkında daha detaylı bilgi almak adına iyi bir tecrübe oldu.
Şimdilik bu kadar, gurme gezilerine bekleriz :)
Ramazan'da "Haftasonu Eyüb'e"
Cumartesi günü İstanbul'da Ramazan'ı tam anlamıyla yaşamak adına Eyüp'e gittik.
Asıl plan "Haftasonu Bursa" idi, ama malum bazı organizasyonel problemlerden ötürü, yanıbaşımızdaki bu ilginç İstanbul semtini keşfetmeye gücümüz yetti.
İftarı yaptıktan sonra, Haliç'e tekrardan kurulan, eski Galata Köprüsü üzerinden Eyüp'e geçtik. Bir taraf Feshane bir taraf Eyüp.
Her taraf şenlik havasında. Başta arabayla girmek istesek de, trafiğin içinden çıkamacağımızı anlayıp arabayı oralarda, çok da güvenli olmayan bir yerlere parkettik. Aslında parketmeye çalıştık, sağolsun 55 plakayı görüp, arabanın yanına " toprağım " diye yanaşan park görevlisinin de yardımıyla bu çabamızda başarılı olduk diyebilirim. Başta ne olduğunu anlamasam da, 5-10 dakika sohbet edip, arabanın güvenliğini bu şekilde garanti altına almış olduk. Seviyorum ülkemizdeki bu hemşehri muhabbetlerini, bir de askerden bu yana demeyi unuttuğum " toprağım" veya o muhabettin kendi ağzıyla " toprağam" demeyi...
Eyüp'ün içlerine doğru girdikçe etraf daha da bir kalabalıklaşmaya başladı. Çimlere, caminin avlusuna, boş buldukları her yere insanlar kilimlerini sermişler, yiyecek, içeceklerini üzerine koymuşlar, iftarlarını yapmaya çalışıyorlar. Biz oraya ulaştığımızda iftar vakti çoktan geçmiş olmasına rağmen, kimileri uzanmış kilimlerin üzerine, yanlarındaki semaverlerden koydukları çaylarla keyif yapıyor, kimileri de yorganları üzerine çekmiş, iftar sonrası şekerleme yapıyorlardı. Değişik bir görüntüydü benim için, açıkcası başta deprem sonrası kendini sokağa atmış kalabalık hissi uyandırmışsa da , hızlıca adapte olduk ortama.
Dedim ya, bir tarafta şenlik havası içerisinde, yemek satanlar, bir tarafta da kalabalık insan grupları yemek yiyorlar, çay içiyorlar. Bize de iftar sonrası, güzelim Eyüp lokmalarından yemek düştü. Bol suyla beraber lüpür lüpür götürdük içi şeker dolu lokmaları. O ortamda ayrı bir lezzetli geldi ki sormayın!
Lokmaları alma yolunda, gözüme sağda Kahramanmaraş dondurması ilişmiş olsa da, yine tercihimiz lokmalardan yana olmuştu ama dondurmacının isminin ilginçliği de dikkatimizden kaçmadı. Ekte resmi paylaşıyorum." Kahramanmaraşşşşşş Döğme Dondurma". Adamlar, "ş" sayısının fazlalığıyla lezzeti bağdaştırmış olmalılar , ilginç :D
Kimileri dışarda otururken, kimileri de teravih namazı nedeniyle Eyüp Camiine girmeye çalışıyorlardı. Etrafta mahşer kalabalığı var. İnsanlar kendilerini camiye atmak için can atıyorlar. Biz bir iki, içeri bakma denemesi yaptık ama nerde? İçeri girmeyi bırakın, izlemeyi bile başaramayacağımızı anlayınca dışarda gözlemlerimize devam etmekle yetindik.
Yol üzerinden, kalabalığı takip ederek, Eyüp mezarlığı içinden ünlü Pirre Loti'nin evine doğru yol aldık. Çocukluğumda annemin, babamın "ben oraya araba ile çıkamam, nereye parkedeceğiz arabayı" selzenişine rağmen, bizi sürüklemesi ile gittiğim bu mekana yıllar sonra tekrardan gelmiş olmak, aynı şekilde büyüledi beni. Benzer araba problemini biz de yaşadık ama neyse ki oraya kadar mezarlığın içinden de olsa rahat bir şekilde varabilmiştik.
Nefis, şahane bir manzara. Ama o manzaraya bakan bir masada yer bulmak mı? Benzer park sorunu burda da mevcut:) Dışarda oturmak yerine önce içerde aldık soluğu, sonra göz ucuyla masalardan kalkanları gördüğümüz dakikada yaptığımız kıvrak bir manevra ile yerimizi bulup, oturuverdik güzelim manzara karşısına.
Şimdi, tüm bu sıkıntılardan sonra, bir orta Türk kahvesi alarak yorgunluğu atma, keyif yapma vakti gelmişti. Yanında suyu ve özel çinili fincanıyla gelen kahvenin tadına diyecek yok. Hem manzaranın, hem de kahvenin tadına doya doya bu güzelim, küçük mekanda 2 saati geçiriverdik. Amma da bereketli kahveymiş! Sonuçta gece yarısı olmasına rağmen akın akın gelen kalabalığa, bu manzaralı masayı kaptıracak değildik :D Oturduk oturabildiğimiz kadar....
Gecenin ilerleyen saatlerine rağmen, biz Eyüp mezarlığından aşağılara doğru inerken, yoğun bir kalabalığın hala daha Piyer Lotiye doğru ilerlediğini görmek hakikaten ilginçti. Tekrar Eyüp Camiinin yanına indiğimizde, Ankara'dan gelen kalabalık bir grubun gecenin o saatinde, rehber eşliğinde semti geziyor olması da ayrı bir bomba oldu ki sormayın.
Bedava rehberi o saatte bulunca, biz de takıldık peşlerine. Mezar taşlarının hikayelerinden, Camiinin yapılışına kadar ilginç bilgiler öğrendik o tatlı dilli rehberden. Neler neler olmuş? Ben kendisinin ve peşine takılmış olan 50 kadar Ankaralının yalancısıyım.
Rehber: Abiler (rehber gezi boyunca hep böyle hitap etti) , bu mezar bir Meddaha ait. Meddahların mezar taşlarında böyle kavuk bulunur.
Ankaralı: Nasıl yani ? Komedyen mi?
Rehber: Evet. Bizim Cem Yılmaz gibi. Cem Yılmaz'ın inançlı olanından.
Ankaralı: Tövbe, tövbe
Adam böyle tanımladı Meddahı :)
Neyse, küçük bir kahvehanede, ince belli bardakta çaylarımızı da yudumladıktan sonra bitirdik kısa da olsa İstanbul'daki inanç turumuzu.
"Haftasonu Bursaya" bir başka haftaya kaldı ama gerçekten bizler için, İstanbul'un farklı bir yüzünü görmek adına etkileyici bir gezi oldu...
Yar bana bir eğlence meddeeeeet!!!!
Ramazan davulunu şu an itibariyle duymaya başladığım Kandilli'den iyi geceler dilerim...
Wednesday, September 16, 2009
Avrupa'daydık tüm haftasonu...
Başlıkta Avrupa yazınca, büyük bir geziye çıktığımız zannedilebilir.
Vize olmadan, bu ülkenin vatandaşı olarak kendi çabamızla girebileceğimiz en yakın Avrupa, bizim için Trakya:D
Haftasonu çekirdek yemekten ellerim, ağzım yandı….
Bu kadar çekirdek yenmesi, ayçiceğinin memleketi Trakya’da doğal olsa gerek.
Çıt,çıt,çıt. Bir başladık, saymadım ama herhalde bir 2000 küsür çekirdek yemişimdir.
Neyse, gelelim bu olayın asıl nedenine…
Haftasonu 19. Ayçiceği şenlikleri için Tekirdağ’ın Hayrabolu ilçesindeydim.
İçinde “bolu” olan il ve ilçelere ayrı bir sevgim vardır nedense:D (Kaynak:Tirebolu)
Burası da Trakya bölgesinin özellikle insanlarıyla şirin mi şirin bir ilçesi.
Tayvan’a beraber gittiğim ve orada ülke tanıtımı adına çok işler çıkartan, şu sıralarda da Tayvan’da Çince kendi programını yapan Rıfat Karlova’nın ve Hayrabolu Belediyesinin onur konukları olarak gittik.
Tayvan’da tanıştığımız Alman arkadaşlar bile geldiler şenliğe. Onları ben götürdüm oralara. Arabada bir kişilik boş yer de olunca maceralara beraber atıldığımız Bilal ‘04’le beraber yaptık bu keyifli Trakya seyahatini.
İstanbul’dan çıkmak uzun olsa da, normal zamanlamayla 2,5 saat olan yolculuğu, 5 saatte yaptık. Malum sağda solda muhteşem manzarasıyla bizleri büyüleyen ayçiceği bahçelerini görünce dayanamadık. Durdurduk arabayı, tek gidiş geliş olan yolda zor da olsa da, fotoğrafladık o güzelim tarlaları.
Hayrabolu’dan telefonlar geldikçe "yoldayız", "ha geldik ha vardık" derken toplam 5 saatte aldık İstanbul-Hayrabolu yolunu.
Gökhan Cani’nin, Hayrabolu’da güzel mi güzel bir kahvesi var. O karşıladı bizi. Rıfat Karlova, memleketinin yetiştirdiği başarılı ve Uzakdoğu’da tanınmış bir genç olarak sunuculuğunu yapacaktı şenlikler boyunca sürecek organizasyonun.
Şenliklere doğru beraberce yol aldık. Benim arabanın stadyuma gireceğini öğrendiğim anda, nezaket icabı bir “9” ekledim plakaya. Malum Samsun (55) plakayla hemşehrilerinin yanına girmesi olmazdı. Yapıverdik 55, o anda plaka oldu 59:D Zaten Trakyalıları, taaa Karadenizden gelmiş bir araçla karşılamak olmazdı :D
Stadyuma geldiğimizde 15 bin küsür Hayrabolulu karşıladı bizi. Şahane bir ortam oluşturmuşlar. Ellerinde bayraklar, 19. Ayçiceği şenliğini kutluyorlar. Ellerinde bir de çıt çıt çıtladıkları çekirdekleri. Başta da dediğim gibi bu kadar çekirdeğin tüketildiği bir yer olmaz herhalde ülkede.
Araştırmadım, bilemiyorum ama bu tarz memleket şenlikleri ayrı bir hava katıyor ilçeye. Ülkemizin bu tarz festivallerinin bir takvimi vardır, bilmiyorum yine ama şiddetle tavsiye ediyorum, özellikle İstanbula kapanmış ve tatil için sadece güney sahillerini tercih edenler için. Çok sıcak, çok keyifli bir zaman geçirebilirsiniz.
Şenlik başladı ve bizim Rıfat Karlova sahneye çıktı. Adam da heyecan falan yok, ben çıksam herhalde erirdim o kadar kişi karşısında. Başladı takır takır anlatmaya, hemşehrilerini biraz da eleştirmedi değil. Ellerinde ayçekirdekleri olan Hayrabolulardan alkış namına Çıt:D yok.
Rıfat bir de sürpriz yapıp o kadar kişin içinde Belediye başkanına teşekkür ettikten sonra " Çılgın bir arkadaşım burda" diyerek beni sunuverdi mi o kadar kişiye. Konuşma konusunda heyecanlanan beni bir şekilde biliyorsunuz, orda o kadar kişi içinde ayağa kalkmak zorunda olunca kalbim güm güm etti. Teşekkürler Hayrabolulara tekrardan:D
http://www.vimeo.com/6149657 köprüsünden o anı görebilirsiniz... Tam olarak ayağa bile kalkamadım...
Rıfat iyi götürdü programı. Son İsmail YK çıktı. Bu kadar hayranı olduğunu bilmezdim. Adam sırayla çıkardı hayranlarını sahneye. Bir yaşında bebekten bile dans etmesini beklediği anda ben kopmuştum. Ama iyi salladı Hayraboluyu.
Akşam Hayrabolulu sanatçılarla beraber oturduk, sohbet ettik. Benim açımdan Trakyalıları tanımak açısından çok güzel bir şanstı. Öyle değil mi be yav:D Bu “ be yav” eklemesine başta alışamasamda gecenin ilerleyen saatlerinde onlardan biri oluverdim. Beni bırakın Almanlar bile, “ Was ist lost be yav” demeye başlamazlar mı:D
Şenlik heyecanının attığı Hayrabolu’dan saat 4:30’ta ayrıldık. Bol ikram ve bol sohbetleri olunca Trakyalıları terk edemedik. Alman arkadaşları bırakın ben bile şoka girdim bu sıcak ortamlarını görünce. Bu arada sohbet sadece Türkçe olsa iyi, İngilizce ve Almancanın yanında sohbet Çince bile devam etti :D Hatırladığımız kadar anlattık anılarımızı:D
Sabah, biraz da Marmara denizini tatma şansımız oldu. Deniz oldu mu, bir Karadenizli olarak durarak beklemem mümkün değil malum.
Giydik mayoları, Tekirdağ’ın bizimki kadar hırçın olmasa da dalgalarına atıverdik kendimizi. Sürekli rüzgarlı bir yer olduğunu bilmiyordum, Tekirdağ’ın Barbaros ilçesinin. Ama Almanlara bile vız geldikten sonra bize hayli hayli vız....Vızzzzzz
Sonrasında, kumsalda toparlanıp birer de uçan fotoğraflar çektirdik. Artık gelenek oldu bende. Güzel oldu. Farkettim ki bana rakip çok ve eskisi kadar zıplayamıyorum:D Alman arkadaş öyle bir zıpladı ki iki katımı geçti. Bize sadece seyretmesi kaldı:D Alman kalitesi be yav:D
Almanlar planlama insanı. 17:00'da çıkarız ve sizi Sirkeci'den Sofya trenine bırakırız dedik Bilal ile ama nerde? Plan yapmak bizim ülkede mümkün mü? Arabadaki navigasyonu çalıştırsam bile en kısa yoldan Tekirdağ'ın merkezinden çıkmamız 2 saat sürdü. Tekirdağ köftesi yemek için verdiğimiz molayı saymıyorum. O ne kadar lezzetli bir andı söyleyemem. Bilal'in askerlik arkadaşının da yönlendirmesi ile Tekirdağ'ın en iyi restoranında köftenin lezzetine doyamadık.
Bizim Almanlar mı? Onlar arabanın arkasında mırıldanmaya başladılar. Ömürden " schafen wir das?" yani 22:00'da İstanbul'daki trene yetişebilir miyiz diye mırıldanmaya başladılar. Benzin alırken sordum pompacılara; saat 20:00 olmuş.
- Ne kadar sürer burdan İstanbul'a
-Abi, yol çalışması var. Normalde 1 saatte ordasın ama ben diyeyim 1,5 saat, sen de 2 saat
- Tamam, ben bir back-up'ı arayayım. ( Back-up zorla üyesi yaptı beni sormadan olmaz, yararlanalım bir kere)
Aradık back-up'ı. Sorduk Sofya treni nerden kalkar diye ? Ama onlar da bizim ülkemiz sokaklarındaki insanlardan öğrendiğimiz bilginin ötesinde bir şey diyemediler.
Zor da olsa Bilal'in şöförlüğünde bıraktık Alman dostlarımızı Çerkezköy Tren İstasyonuna. Almanlar alışmamış tabi, istasyonda kimsecikler yok. Işıkları yanan odalara bile girdim. Kimse olmaz mı.İstasyon içinde araştımalar sonunda çay içen iki kafadar gördüm. " Abicim, bu iki Alman arkadaş, Sofya trenine binecekler, nerden ne zaman binsinler" Adamlar başladılar çat pat Almancalarıyla bizimkilerle konuşmaya. Onlar konuşuyor, ben Almancaya tercüme ediyorum aynı şekilde. Neyse, saati öğrendik yarım saat kadar Almanya ve Alamancılar muhabettinden sonra. 12:02 de, evet bize garip gelebilir ama gerçekten 12'yi 2 geçe, tren geliyormuş İstanbul'dan. Bizim ülkemizde bu kadar KISA:D sürer, merak etmeyin deyip ayrıldık ordan.
Sonrası tamamen sıkıntı. İstanbul'a girmek ne mümkün? Millet akın akın şehre girmeye çalışıyor. Tatilciler yollarda, bizim gibi....
17:00'da çıktığımız Tekirdağ-İstanbul yolununu 00:00'da bitirdim Kandilli'de. Samsun'dan gelsem bu kadar uzun sürer miydi, asla...
Bu yazıyı aslında dün yazıyor olacaktım ama bugüne kaldı ne yapalım? Bende de enerji bu kadar:D
Ama öyle güzel bir Trakya gezisi geçirdik ki, sıkıntıları unutuverdik bir anda...
Benzer ilçe şenliklerine katılmanız ve keyif almanız dileğiyle...
Bolca ayçiceği tüketin, sağlık açısından önemi var mı bilmiyorum ama şu sıralar fındık mevsimi, biraz da bizimkiler para kazansın...
Hükümet para vermeyecek, fındık da az ama sizler isterseniz belki birim fiyatımız artar:D
Kıssaden hisse ,
iyi geceler
Thursday, July 16, 2009
Tirebolu'nun T'si
Geçtiğimiz haftasonunu(11-12 Temmuz) doya doya memleketim Tirebolu'da geçirdim.
Havalar da böyle güzel olunca deniz, güneş,kumsal keyfine de doyamadım.
Deniz süt liman, hava pırıl pırıl. Böyle bulmak kolay değil buraları.Adı üzerinde Karadeniz. Çoğu zaman da kapkara olur ki o zaman ev penceresinden denizdeki fırtınayı, yağmuru izlersin. O zaman da ayrı bir keyiflidir.
Tüm haftasonu denizden çıkmadım. Çıkamadım. Akdeniz gibi tuzlu değildir. Daya ağzını kana kana iç suyunu. Havuz gibiydi.İstersen çık içinden. Karadenizde de denize mi girilirmiş diyenlere atıfta bulunduğum fotoları görebilirsiniz.
Akşam deniz sefasından eve döndüğümüzde, sağolsun bizim köydekiler sabah tuttukları mezgitleri getirmişler. Bir güzel onu da tavada, mısır unu ile kızarttıktan sonra afiyetle yedik. Güneşin denize batışını da, lezzetli mezgitleri yerken bir başka keyifliydi.
Geceye kalmadan, Tirebolu şehir merkezinin yolunu tuttuk. Bizim cenevizlilerden kalan kalemiz ne de güzel aydınlatılmış. Adet halini aldı, yemek yedikten sonra deniz kenarında çekirdek çitliyerek yürümek. Akın akın,insanlar deniz kenarına gelmiş, çitliyorlar.
Sanki görevmişcesine çıt,çıt. Zor kurtardım kendimi...
Pazar günü de benzer güneş ve örtü gibi deniz olunca yine suda kaldık. Biraz abartmış olacağız ki, kısa zamanda gündüz fenerine dönmüşüz. Neyse tenimiz müsait, cayır cayır yansak da problem yok. Yatağa rahat yatar, rahat uyuruz. Koruyucu bakım da hak getire olunca durumu yıllarca kabullendik.
Pazar günleri de ayrı bir güzeldir. En önemli nedeni bütün kasaba evde pide içlerini hazırlar, fırının yolunu tutar. Biz iç falan hazırlamadan gittik,bu sefer fırına. O da güzeldir, zahmetsiz:D Can yakar yerken. Hele de bu sıcakta, yumurtalı yağlı açık pideyi mideye indirmek her baba yiğidin işi, değildir. Biz onda da cesur davrandık:D Nasıl eriyecek bilemem.
Dönüş yoluna geçmeden, bu sene oralara erken gidince fındık getiremedik. Eylüle kadar da gidemeyiz ama bolca Tirebolu çayı (42 no'lu) getirdim yanımda. Markam ofise ve evimize uğrayanlara ikramımız olsun!
Yolculuk konusunda da, geçen senelerde de anlatmış, çokca dertlenmiştim. Yollarımız otoban oldu. Ulaşım kolay kolay olmasına ama perişan etmişler sahili. Tirebolu'dan Trabzon'a giderken içim parçalandı.
Tüm Rusya tatil için Batum'u tatil yeri bellemişken. Biz güneyde tatil şansı olan ülke vatandaşları olarak harcamışız güzelim Karadeniz sahillerini. O zamanlar biraz daha büyük olsaydım ön saflarda verirdim bunun mücadelesini ama neyse ki en azından hemşerilerim imza toplayıp Tirebolu sahilini kurtarmışlar.
Tam 2215 km'lik tünel geçiyor Tirebolu'nun altından. Oraları kurtarmışız ancak bizim evin önündeki "T" mahmuzları beni çok üzüyor. Tünel bizim orda bitince, önümüze kocaman bir otoban hattını çektiler. O otobanı korumak için de koca koca "T" mahmuzları yaptılar. Tirebolu'nun T'leri diye avutsam da kendimi, Göreleli, Espiyeli, Beşikdüzülüler yapsın? Onların ne suçu vardı.
İlerde düzelmez, düzeltemeyiz ama harcamışız sahilleri, onu bir kez daha gördüm. Şimdi, havaların ısınması, güneyin daha da ısınması ile potansiyeli yüksek Karadeniz turizminde, denizi olmadan nasıl turist çekilecek? Neyse ki tüm rakiplerimizi bu şekilde elendi, denize girmek, yaylalı, bol balıklı, bol Tirebolu çaylı bir Karadeniz tatili geçirmek için Tirebolu tek uygun yer haline geldi.
Bekleriz efendim...
Friday, February 20, 2009
Ömür'den kandilli'den
Yazıya başlamadan önce Leman Sam şarkısının sözleri ;
Youtube'u açabilenler için " İstanbul'da bir Pazar" adında kayıtlı şarkısıyla beraber bir video ….
http://www.youtube.com/watch?v=4jdfxBcPEao
Kandilli - Leman Sam
Kandilli'de bir çilingir sofrası
Balık roka bir de yanında rakı
İnsan hali saza söze meraklı
Martı uyur şişe dibi görünür
Aman muhterem yaman muhterem
Bir muhabbet bin can demek
Buralarda eğlenmek
Denizde kürek
Karada direk
Rumeli'nde atar yürek
Süslü de bebek şarkı demek
Beyoğlu'nda gezer felek
Ah . beyoğlu'nda gezer felek
Marmara'dan esen yeller tez gelir
Etekleri yere değmez kız gelir
Aşıklara dünya işi vız gelir
Martı uyur şişe dibi görünür
Şarkıdan esinlenerek bu sefer de ikametgâhımızın bulunduğu İstanbul'un esrarengiz olduğu kadar sessiz de olan bu semtinden bahsedelim. Süslü de Bebek, Kandilliden de az da olsa bahsetmek gerek J
Yaklaşık iki senedir bu semtteyim. Ben anlatmadan tekrar eksisozluk yorumlarına başvuruyorum.
14. uykusunda bile yüzen bir boğaz semti . mehtabı sürükleyenleri meşhurdur.
15. istanbul bogazi'nin en guzel manzarasini sunduguna inandigim anadolu yakasi semti.
burada bogaz hafifce bir kivrilir, l veyahut da v sekli alir. boylece bulundugunuz tarafa gore ister bogazici koprusu'nu ister fatih sultan mehmet koprusu'nu tam karsidan, sanki bogazin ortasinda oturuyormuscasina izleyebilirsiniz. tercihimiz elbette fatih sultan mehmet koprusudur, cunku bir yaninda rumeli hisari'ni, diger yaninda ise anadolu hisari'ni barindiran koprumuz, bogazici koprusu gibi pavyon temali isiklandirilmamistir. kandilli iskelesi'nin kenarindaki tas platforma oturup ayaklarinizi bogaza dogru sallandirarak tam karsidan size dogru gelen gemileri seyredebilir, kafanizin icinde donup duran "bu sehrin bu kadar guzel olduguna inanamiyorum" loop'una kendinizi kaptirabilirsiniz.
Kandilli deyince benim aklıma hemen deprem gelirdi, büyük ihtimalle sizlerin aklına da o gelecektir. Babamız da deprem uzmanı İnşaat mühendisi olunca bize burayı uygun görmüş:) Ama bir süre burada yaşadıktan sonra şarkılardaki sözler daha bir anlamlı geliyor. Babam kusura bakmasın:)
14. maddede semt için yazılan " uykusunda bile yüzen boğaz semti" tanımı tam oturmuş. Evden iskeleye inişim 10 dakika ama çıkışım 1 saat sürüyor. Malum birinci vitese takıp yokuş yukarı çıkması o kadar da kolay değil, ne kadar da genç olsak daJ Ama denildiği gibi uykusunda yüzüyor, o kadar sessiz sakin uyuyor ki o yokuşta, bir tek aslan kesilmiş köpeklerinin sesini duyuyorsunuz.
Neyse o yokuşu daha da açalım, sonra da sizleri aşağıya indirip 15. Maddede bahsedilen İstanbul'un en güzel boğaz manzarasını yaşatmaya çalışalım. Dediğim gibi inişi 10 dakika. Ama o 10 dakika içerisinde eşsiz bir tarihe tanıklık ediyorsunuz. Köşklerin yanında, bildiğim kadarıyla çoğu kaçak olan villalar ve siteler mevcut. Köşkleri çok yakından görebiliyorsunuz ama bu kaçak yapılar o kadar izole edilmiş ki, yanına bile yaklaşamazsınız. Kapıdaki güvenlik görevlileri ve dikenli tellerin olduğu duvarlar ürkütür insanı.
Bu villalar yokuşun tepesinde . Sonrasında ağaçların sarmaladığı caddelerde, aralara sıkışmış köşkler önünüze çıkar. Eve gelen her misafirime tattırmaya çalışıyorum bu zevki ve her seferinde ben de ilk günkü kadar zevk alıyorum. Tarihini bilmesem de anlatıveriyorum mimarisini, geçmişini...
Daha da inince muhakkak ki bir film setine rastlarsınız burada. Ben 5 inişimin birinde rastlıyorum bu kalabalıklara. İşte buradaki sessizliği, bazı zamanlar dizi çekimleri bozuyor olsa da ayrı bir renk katıyorlar semtime. Hoş geliyorlar…
Yavaş yavaş iskeleye doğru kıvrılıyoruz. Bir kere bile buradan vapura binmek nasip olmadı ama kendisini izlemek ayrı bir keyif veriyor insana. Bembeyaz ahşaptan yapılmış bu iskele, yanına bağlanmış kayıklarla büyülüyor insanı. Gece İstanbul'un diğer iskeleleri gibi turuncuya boyanan rengiyle ayrı bir havada bizim iskele.
Buraya kadar gelmişken iskele dibinde olan " Suna'nın yeri"den bahsetmek gerekir. Suna abla sağolsun her geçişimizde selamlar bizi. Ama çok dert çekmiş, ben bahsetmeyeyim hemen eksisozluk'e imdadımıza yetişsin:)
2. o cami orda olduğu sürece ruhsat meselesini halledemeyeceği için içki servisini binbir taklayla yapmaya devam edecek müessese
6. yazin ortasinda adami hasta edecek kadar serin mekandir. mutlaka bir hirka ile gidilmelidir. suna hanimin da ellerinden öpülmelidir.
7. bardağın etrafı peçete ile kapatılmış iki duble rakı, dandik bir salata, kalamar, karpuz-kavun ve bir porsiyon mezgite 90 ytl hesap çıkartan mekan. sırf 60 ytl manzaraya yazıyor amcamlar herhalde.
Tamam doğru çok pahalı hizmetleri olduğu, hatta ruhsat alamadıkları için içki dolu bardakları peçete ile sarıp verdikleri… Zaten onun içindir ki oradan sola doğru kıvrıldığınızda mekânın müdavimleri, oraya kurdukları seyyar masalarıyla karşılarlar sizi. Balığı sahilden tutup, hemen ızgaralarına koyup, rakılarıyla İstanbul'un bu eşsiz manzarasını izleme alternatifini yaratmışlardır orda. Türk milleti, boşluğu görünce affetmiyor:)
Sola doğru dönünce dedim ya, işte bu sahil İstanbul'da yalıların önüne yapılmış tek uzun, halka açık olan rıhtımdır. Herhalde bu köşk sahipleri çokça mücadele etmişlerdir belediye ile, ama yalıları bir sade İstanbullu olarak bu kadar yakından izlemek burada nasip oluyor insana. Onlarca balıkçıyı görürsünüz orda, sabahın erken saatlerinde hazırlanmışlardır kilolarca istavriti, kıraçayı tutmak için. Akşama doğru da alırlar poşet dolusu balıkları… Bazısı kalır orda, dediğim gibi alternatif eğlencelerini kendilerince hazırlamışlardır.
O kaldırım şeklinde olan, yalıların önündeki rıhtım, bayağı bir uzundur. Sonuna geldiğinizde, İstanbul'un bence de en güzel manzarası karşılar sizi. Neden mi? Herhalde kıtaları birbirine bağlayan iki köprüyü aynı anda başka yerde göremezsiniz. Burası kişisel olarak benim dinlenme mekanımdırJ Dinlenme dediğim azıcık gürültü çıkarınca yalı sahipleri uyarıverir sizi. Bir de sesnörlü lambalar koymuşlardır ki, kıpırdadığınız anda o güzelim manzara bir yana kalır, etrafınız projektörlerle apaydınlık oluverir. Kıpırdaman izleyiniz :)
Yine uzattık. Şarkıyı dinleyince bir iki kelam edeyim, bu haftayı da yazmadan boş geçmeyim dedim.
Umarım bu kadar tanıtımdan sonra bir İstEMbul'u burada yaparız.
Ha bu arada listEM üyelerinden birkaçına Suna Abla'nın yerinde şans eseri rastladığım da olmuştur. İsim de veririm, merak edenleriniz vardır belkiJ
iyi geceler....
Monday, February 02, 2009
ömürden bir tarlabaşı hikayesi....
İstanbul'u gezmeye doymak mümkün mü? Benimkiler planlı olmuyor ama boynumuza asılı bir dijital fotoğraf makinası ve bir şekilde gitmemiz gereken yerler olunca yollarda bile anlatacak çok şey çıkıyor bu eşsiz şehirde. Keşfetmek hiç mümkün değil ama yine de keşfedilen az kısım hakkında yazmayı deneyelim bakalım….
Bu seferkinin hikayesi diğerlerinden farklı. Bir seminer (sonraki bir yazıda değineceğim) için gittiğimiz İTÜ Maçka kampüsünden ayrılırken arabamızın polisler tarafından çekildiğine şahit oluyorz. Bir heyecan basıyor bizi tabi haliyle. Ona sor buna sor derken arabanın dolapderede bir otoparka çekildiği bilgisini alıp hemen taksiyle oraya doğru gidiyoruz. Araba, orda sessiz bir şekilde bizi beklemekte. Bu arada ilk defa bu araba çekme, ceza ödeme, koşturma olayına şahit oluyorum. İlginç bir olaymış. Hele de arabaların bulunduğu otopark, klübeden dönme, içerde telsiz seslerinin döndüğü merkez şahane idi. İçerde malumunuz üzere fotoğraf çekemedim ama dışarınınkiler var. Zaten biz ordayken, tüm ekip kadro halinde bir olaya doğru gittiler, oranın neresi olduğunu bilmeyen bir insan, acil bir yangına veya büyük bir olaya doğru gidiyorlar zanneder. Yani ben orda olaraktan biliyorum, tek bir araç çekiciyle acele bir şekilde nasıl veya hangi bir olaya gidilebilir ki? Neyse konumuz bu değil.
Arabayı aldık, tam binerken, Dolapdere tarafında iki kulesi olan ilginç bir kiliseye gözüm ilişti. Dedim ben gelmiyorum, şu kilise tarafına gidip bir bakayım merak ettim. Saat 5 suları, malum böyle bir semt için bir iki saat sonrası pek de tekin olmayabilir. Arkadaşlar, "Ömürden sana daha çok ihtiyacımız var " diyerekten espri mahiyetinde uyarı yaptılarsa da atladım girdim mahallenin içlerine doğru. Açıkçası ne zamandır o bölgeyi incelemek istiyordum. Tamam, saat ve havanın bozukluğu açısından çok da doğru bir zaman değildi ama denemeye değerdi.
İlk defa gördüğüm kilise, Evangelistra Rum Ortodoks kilisesiymiş. Açıkcası o bölgeden çokca geçmiştim ama ilk defa gördüğüm bu tarihi kiliseden etkilenmedim desem yalan olur. Çoğu dini yapı gibi, bu kilisenin de etkileyici bir mimarisi var. İçeriye girmeye çalıştım ama kapılar kapalı. Şöyle bir etrafında dolanıp , fotoğraflar çektim.
İnternetten baktım pek bir bilgi bulamadım. Sadece İstanbul valiliğinin sitesinde bulunan bir albümü var.
http://galeri.istanbul.gov.tr/Default.aspx?tabid=70&qMMG=grazlkfgooa1p5esjuqbdcc&qCatID=50&language=tr-TR
Asıl hikaye bundan sonra başlıyor. O bölgeden yukarıya doğru gittiğimde kendimi tarlabaşının içinde buldum. Hava giderek kararmaya başlamıştı. Belki öyle değildir ama anlatılanları düşündüğümde pek de tekin olmayan bu bölgeye, hele de o saatte girmek cesaret midir bilemem ama ben severim macerayı, atladım girdim bu esrarengiz semte.
İstanbul'un diğer semtleriyle karşılaştırıldığında farklı bir semti burası. Tarlabaşı neden denmiş onu bilmiyorum ama eksisozlukten bakıldığında duyduklarımdan farklı bir şey yazılmadığını görmüş oldum.
2. apartmanların arasında gerili çamaşır ipleri ve üstündeki çamaşırlarla ünlüdür. tek başına tarlabaşında dolaşmak pek tekin değildir-gerçi çok kişi olmanızda size bir yarar sağlamaz- ama yinede insan tarlabaşını bir kez görmeli.
(doris decker, 01.06.2000 15:30 ~ 18.11.2000 19:36)
3. istanbulun ucuz uyu$turucu merkezi... tehlikelidir...
(huzursuz, 01.06.2000 15:42)
4. icinde sahane isimli sokaklar barindiran (sakiz agaci, kadin cikmazi gibi...) eskiya ve agir roman gibi filmlerin cekildigi enteresan bir o kadarda sahane istanbul semti..
bir ankarali olarak sadece istiklal caddesinin hemen arkasinda diyebilirim...
(yumusakca, 11.02.2002 16:50)
Tehlikeli sıfatı çokça vurgulanmış, ben de öyle algılamışım ki ayrı bir heyecan ve endişe ile gezdim sokakları.
Sözlükte de bahsedilen binalar arası asılan çamaşırlar en etkileyici yanıydı gezinin. Sanki İstanbul şehrinin ana çamaşır makinası burası. Millet sanki sabahtan akşama çamaşır yıkıyormuş gibi her sokak arasında, binalar arasına gerilmiş iç çamaşırından, çoraba, etekten nevresime farklı farklı boylarda, farklı farklı renklerde çamaşırlar asılmış. Fotoğrafladık doğal olarak ama dediğim algıdan dolayı sanki gizli kameraya çeker edasıyla , hızlı bir şekilde çektim fotoları. Hatta fotoğraf makinamı ipinden elime doladım ki , biri aniden almaya kalktığında çalamasın elimden diye. Neyse, fotoğraf çekmeden anlamam, hızlı çekim sonunda çıkan bu garip fotolardan dolayı özürler.
Aralara daldıkça daha da çok incelemek daha da çok aralara dalmak istiyorsunuz bu semtte. Maceraya atılmak ya , gözlem yapmak ya işimiz, ben de dalıyorum ara sokaklara. Neler var neler… İçerisi tıka basa dolu kahvehaneler, tornacılar , tamirciler ve çicekciler. Bir ara binanın birinin kapısından iki şişmanca bayan sesleniyor bana. Bayan olduğunu anlamaya birkaç şahit lazım ama sese kulak vermemek elde değil. " gelsene canım , gel, gel " diyerekten çağrı yapıyolar bana. Ben görür görmez topuk J Topuk diyorum çünkü yavaştan ortamın jargonuna ayak uydurmak gerekiyor yazarken:)
Taksime doğru çıkan ana caddeye çıkıyorum. Sanki denizin dibinde nefessiz kalıp soluk almaya çıkan, sonra tekrar denize dalan dalgıçlar gibi. Ben de güven duygumu biraz daha arttırarak ana caddeden tekrar ara sokaklara dalıyorum. Her taraf çamaşır olur mu kardeşim. Hele de havanın bu kadar kötü olduğu bir zamanda nasıl kurutuyor bu insanlar çamaşırları. Hiç birbirine karışmıyor mu adamların çamaşırları? İlginç görüntüler. Hatta bir ev, bırakın ipe asmayı, evin ferforjelerinin aralarının boşuk bırakmadan sıkıştırmış çamaşırları. Tabi burada büyük parça yerine çorap ve gömlek ağırlıklı küçük parçaları koyabilmişler. Evden biri çıkar da , " ne oluyor lan orda " der korkusundan fotoğraflayamadım ama umarım betimleme yeterli olur.
Yola devam ediyorum. Artık hava iyice karardı. Soluklanma mantığıyla ana caddeye ordan da Beyoğlu'na doğru giderken, çok sempatik bir murat 124'e rastlıyorum. Plakası da 55 olunca biraz memleket havası almak ve bu havayı sizlerle atmak adına fotoğraflayıveriyorum görüntüyü. Bu da bence ilginç bir görüntü oluyor. Lastik sibobundan çıkarttığım memleket havasını teneffüs etmeden ayrılmak yok tabi ki:)
Kafayı ilginç yapı ve kiliselerle bozunca, Taksim'in en ünlü kilisesi St. Antuan kilisesine uğramadan olmaz. Her uğradığımda farklı bir ülkede geziyormuşum gibi hissederim bu kiliseyi, kendimi bir an İstanbul'da turist gibi hissetmenin tadına doyum olmaz orda. Burası da ilginç yapılarından birisi İstanbul'un. İçeri giriyorum. İlk uyarıyı girer girmez alıyorum. Şapkayı çıkarır mısınız? Kapıda kocaman " Beyler şapka ile girmeyiniz" uyarısını görmemiş olan ben biraz mahçup bir şekilde şapkamı çıkartıyor olsam da hemen atlatıyorum bu durumu ve içerinin egzotik havasına kapılıveriyorum. İçerden fotoğraf yok. Başta fırçayı yiyince, tarlabaşından zor oluyor burada foto çekmek. Dış görünüşten fotolar ekte.
Çıkıyorum o esrarengiz, büyük kapısından. Sola dönüyorum, 10 senedir var olan (kapıdaki görevliye sorup öğreniyorum) ama benim ilk defa gördüğüm İstanbul Kitapçısında alıyorum soluğu. İçerde İstanbul hakkında tonlarca anı, gezi , fotoğraf kitabının yanı sıra, çokca farklı müzik cd'si mevcut. O müzik cdlerinden birini de içerde çalıyorlar. Yaklaşık bir saat elime gelen her tür kitabı inceliyor inceliyor, dalıyorum İstanbul'un tarihi alıntılarına. Hepsini bitirmenin imkansızlığını anlıyor ve keşke zaman olsa da daha da derinlerine dalsam diyorum. "Gazeteciler gözüyle İstanbul" ve "Keşfetmek için bak" tavsiye edebileceğin eşsiz eserlerden o kitapçıda.
Gece mekan keşfine çıkmayı sevdiğim Beyoğlu'ndan aktaracaklarım bu gecelik bu kadar. Ali Kırca!
Ömürden M. SEZGİN
http://omurdens.blogspot.com
Bu seferkinin hikayesi diğerlerinden farklı. Bir seminer (sonraki bir yazıda değineceğim) için gittiğimiz İTÜ Maçka kampüsünden ayrılırken arabamızın polisler tarafından çekildiğine şahit oluyorz. Bir heyecan basıyor bizi tabi haliyle. Ona sor buna sor derken arabanın dolapderede bir otoparka çekildiği bilgisini alıp hemen taksiyle oraya doğru gidiyoruz. Araba, orda sessiz bir şekilde bizi beklemekte. Bu arada ilk defa bu araba çekme, ceza ödeme, koşturma olayına şahit oluyorum. İlginç bir olaymış. Hele de arabaların bulunduğu otopark, klübeden dönme, içerde telsiz seslerinin döndüğü merkez şahane idi. İçerde malumunuz üzere fotoğraf çekemedim ama dışarınınkiler var. Zaten biz ordayken, tüm ekip kadro halinde bir olaya doğru gittiler, oranın neresi olduğunu bilmeyen bir insan, acil bir yangına veya büyük bir olaya doğru gidiyorlar zanneder. Yani ben orda olaraktan biliyorum, tek bir araç çekiciyle acele bir şekilde nasıl veya hangi bir olaya gidilebilir ki? Neyse konumuz bu değil.
Arabayı aldık, tam binerken, Dolapdere tarafında iki kulesi olan ilginç bir kiliseye gözüm ilişti. Dedim ben gelmiyorum, şu kilise tarafına gidip bir bakayım merak ettim. Saat 5 suları, malum böyle bir semt için bir iki saat sonrası pek de tekin olmayabilir. Arkadaşlar, "Ömürden sana daha çok ihtiyacımız var " diyerekten espri mahiyetinde uyarı yaptılarsa da atladım girdim mahallenin içlerine doğru. Açıkçası ne zamandır o bölgeyi incelemek istiyordum. Tamam, saat ve havanın bozukluğu açısından çok da doğru bir zaman değildi ama denemeye değerdi.
İlk defa gördüğüm kilise, Evangelistra Rum Ortodoks kilisesiymiş. Açıkcası o bölgeden çokca geçmiştim ama ilk defa gördüğüm bu tarihi kiliseden etkilenmedim desem yalan olur. Çoğu dini yapı gibi, bu kilisenin de etkileyici bir mimarisi var. İçeriye girmeye çalıştım ama kapılar kapalı. Şöyle bir etrafında dolanıp , fotoğraflar çektim.
İnternetten baktım pek bir bilgi bulamadım. Sadece İstanbul valiliğinin sitesinde bulunan bir albümü var.
http://galeri.istanbul.gov.tr/Default.aspx?tabid=70&qMMG=grazlkfgooa1p5esjuqbdcc&qCatID=50&language=tr-TR
Asıl hikaye bundan sonra başlıyor. O bölgeden yukarıya doğru gittiğimde kendimi tarlabaşının içinde buldum. Hava giderek kararmaya başlamıştı. Belki öyle değildir ama anlatılanları düşündüğümde pek de tekin olmayan bu bölgeye, hele de o saatte girmek cesaret midir bilemem ama ben severim macerayı, atladım girdim bu esrarengiz semte.
İstanbul'un diğer semtleriyle karşılaştırıldığında farklı bir semti burası. Tarlabaşı neden denmiş onu bilmiyorum ama eksisozlukten bakıldığında duyduklarımdan farklı bir şey yazılmadığını görmüş oldum.
2. apartmanların arasında gerili çamaşır ipleri ve üstündeki çamaşırlarla ünlüdür. tek başına tarlabaşında dolaşmak pek tekin değildir-gerçi çok kişi olmanızda size bir yarar sağlamaz- ama yinede insan tarlabaşını bir kez görmeli.
(doris decker, 01.06.2000 15:30 ~ 18.11.2000 19:36)
3. istanbulun ucuz uyu$turucu merkezi... tehlikelidir...
(huzursuz, 01.06.2000 15:42)
4. icinde sahane isimli sokaklar barindiran (sakiz agaci, kadin cikmazi gibi...) eskiya ve agir roman gibi filmlerin cekildigi enteresan bir o kadarda sahane istanbul semti..
bir ankarali olarak sadece istiklal caddesinin hemen arkasinda diyebilirim...
(yumusakca, 11.02.2002 16:50)
Tehlikeli sıfatı çokça vurgulanmış, ben de öyle algılamışım ki ayrı bir heyecan ve endişe ile gezdim sokakları.
Sözlükte de bahsedilen binalar arası asılan çamaşırlar en etkileyici yanıydı gezinin. Sanki İstanbul şehrinin ana çamaşır makinası burası. Millet sanki sabahtan akşama çamaşır yıkıyormuş gibi her sokak arasında, binalar arasına gerilmiş iç çamaşırından, çoraba, etekten nevresime farklı farklı boylarda, farklı farklı renklerde çamaşırlar asılmış. Fotoğrafladık doğal olarak ama dediğim algıdan dolayı sanki gizli kameraya çeker edasıyla , hızlı bir şekilde çektim fotoları. Hatta fotoğraf makinamı ipinden elime doladım ki , biri aniden almaya kalktığında çalamasın elimden diye. Neyse, fotoğraf çekmeden anlamam, hızlı çekim sonunda çıkan bu garip fotolardan dolayı özürler.
Aralara daldıkça daha da çok incelemek daha da çok aralara dalmak istiyorsunuz bu semtte. Maceraya atılmak ya , gözlem yapmak ya işimiz, ben de dalıyorum ara sokaklara. Neler var neler… İçerisi tıka basa dolu kahvehaneler, tornacılar , tamirciler ve çicekciler. Bir ara binanın birinin kapısından iki şişmanca bayan sesleniyor bana. Bayan olduğunu anlamaya birkaç şahit lazım ama sese kulak vermemek elde değil. " gelsene canım , gel, gel " diyerekten çağrı yapıyolar bana. Ben görür görmez topuk J Topuk diyorum çünkü yavaştan ortamın jargonuna ayak uydurmak gerekiyor yazarken:)
Taksime doğru çıkan ana caddeye çıkıyorum. Sanki denizin dibinde nefessiz kalıp soluk almaya çıkan, sonra tekrar denize dalan dalgıçlar gibi. Ben de güven duygumu biraz daha arttırarak ana caddeden tekrar ara sokaklara dalıyorum. Her taraf çamaşır olur mu kardeşim. Hele de havanın bu kadar kötü olduğu bir zamanda nasıl kurutuyor bu insanlar çamaşırları. Hiç birbirine karışmıyor mu adamların çamaşırları? İlginç görüntüler. Hatta bir ev, bırakın ipe asmayı, evin ferforjelerinin aralarının boşuk bırakmadan sıkıştırmış çamaşırları. Tabi burada büyük parça yerine çorap ve gömlek ağırlıklı küçük parçaları koyabilmişler. Evden biri çıkar da , " ne oluyor lan orda " der korkusundan fotoğraflayamadım ama umarım betimleme yeterli olur.
Yola devam ediyorum. Artık hava iyice karardı. Soluklanma mantığıyla ana caddeye ordan da Beyoğlu'na doğru giderken, çok sempatik bir murat 124'e rastlıyorum. Plakası da 55 olunca biraz memleket havası almak ve bu havayı sizlerle atmak adına fotoğraflayıveriyorum görüntüyü. Bu da bence ilginç bir görüntü oluyor. Lastik sibobundan çıkarttığım memleket havasını teneffüs etmeden ayrılmak yok tabi ki:)
Kafayı ilginç yapı ve kiliselerle bozunca, Taksim'in en ünlü kilisesi St. Antuan kilisesine uğramadan olmaz. Her uğradığımda farklı bir ülkede geziyormuşum gibi hissederim bu kiliseyi, kendimi bir an İstanbul'da turist gibi hissetmenin tadına doyum olmaz orda. Burası da ilginç yapılarından birisi İstanbul'un. İçeri giriyorum. İlk uyarıyı girer girmez alıyorum. Şapkayı çıkarır mısınız? Kapıda kocaman " Beyler şapka ile girmeyiniz" uyarısını görmemiş olan ben biraz mahçup bir şekilde şapkamı çıkartıyor olsam da hemen atlatıyorum bu durumu ve içerinin egzotik havasına kapılıveriyorum. İçerden fotoğraf yok. Başta fırçayı yiyince, tarlabaşından zor oluyor burada foto çekmek. Dış görünüşten fotolar ekte.
Çıkıyorum o esrarengiz, büyük kapısından. Sola dönüyorum, 10 senedir var olan (kapıdaki görevliye sorup öğreniyorum) ama benim ilk defa gördüğüm İstanbul Kitapçısında alıyorum soluğu. İçerde İstanbul hakkında tonlarca anı, gezi , fotoğraf kitabının yanı sıra, çokca farklı müzik cd'si mevcut. O müzik cdlerinden birini de içerde çalıyorlar. Yaklaşık bir saat elime gelen her tür kitabı inceliyor inceliyor, dalıyorum İstanbul'un tarihi alıntılarına. Hepsini bitirmenin imkansızlığını anlıyor ve keşke zaman olsa da daha da derinlerine dalsam diyorum. "Gazeteciler gözüyle İstanbul" ve "Keşfetmek için bak" tavsiye edebileceğin eşsiz eserlerden o kitapçıda.
Gece mekan keşfine çıkmayı sevdiğim Beyoğlu'ndan aktaracaklarım bu gecelik bu kadar. Ali Kırca!
Ömürden M. SEZGİN
http://omurdens.blogspot.com
Thursday, January 22, 2009
Bekle bizi İstanbul...
Bu sehri tonlarca anıyla anlatmak, tarif etmek, yasatmak, hele de bir cumleyle betimlemek hic mumkun degil. İcerisinde olsak da, biz bile doya doya yasayamıyoruz. Kısa kısa bugunku gözlemlerimi paylasayım....
Bugun ogleden sonra İstanbul'un Galata bolgesinden sonra en guzel yerleri biçtiğim Eminonu ve Karakoy'de kısa bir tur atma fırsatım oldu. Kadıkoyden yola cıktım. Amacım Karakoy'e gitmekti ama biraz aceleye gelmiş olacak ki o hızla Eminonu vapurunda buldum kendimi. Ziyan yok, o vesile ile tarihi Galata koprusu uzerinden Karakoy'e gecme ve doya doya o muhtesem İstanbul manzarasını seyretme fırsatını yakaladım. Hakikaten bu sehrin, trafik problemleri olsa da, verdigi bu guzel keyfe diyecek bir kelime bile bulamıyorum.
Vapur seyahatinden baslayalım. Kadıkoyden bindikten sonra vapur icerisinde , manzara izleyebilecek guzel bir yer arama sonrası, gozler vapuru takip eden, arada sırada simit attıgımız martılara takılıyor. Seslerini yazılı halde anlatmam pek mumkun degil ama denemek gerekirse "glak glak " diye peşimizden ucuveriyorlar. Atılan bir simidi bile kacırmak yok, sanslılar ki İstanbuldalar ve simidi kapma yetenegini en iyi şekilde edinmişler. Simit parcalarını kapma konusunda uzman olmus her bir martı. Ac kalmak bir yana , burda bayagı bir kilo da alıyorlar, uyarmam gerekir:)
Bu keyifli yolculugumuzun neşeli misafirleri martılar. Yol uzunca, 30 dakika suruyor. Uzun diyorum ama bir tarafta kız kulesi bir tarafta efsanevi topkapı sarayı buyuluyor insanı. Bitmesin diyor insan kendi kendine bu yolculuk. Ben de aynı sekilde bitişini bile gercek bir şekilde goremeden, tum yolcugu deklansore basarak fotograf makinamın objektifinden seyrediyorum. Martıların ve vapurun denizde suzulme sesi yetiyor o anı gercek olarak yasamaya, sahte bakıslar atsam da fotograf makinamdan....
Eminonune varıyor, kalabalık bir sekilde iniyoruz. Gurultu var,bagıran esnaf, doner ve kebap satıcıları, tarihi eminonu balıkcıları kalkalı yıllar olmus. Yasaklanmıs o eski kayıklardan balık satma olayı , ama bufelerden satıs devam ediyor. Ben yurumeye devam ediyorum. Galata koprusune cıkıyorum, yonum Karakoy. Malum bu anda insan manzaranın yanında bir de muzik olmasını istiyor. Telefonumdan radyoyu acıyorum,teknoloji sagolsun, ne tesadüf radyoda calan Edip Akbrayram'dan " bekle bizi İstanbul" sarkısı, gel de iyice etkilenme bu sehrin gizeminden.
Balıkcılar sarmıs dort bir yanı koprude. Biraz balık avı konusunda onlarla sohbet ediyor, yola devam ediyorum. Karsıda gizemiyle ve heybetiyle duran Galata Kulesi var. Uzaktan izlemesi amma keyifli, aynı kız kulesinin kendisini yıllarca uzaktan izlemesi gibi. Bu kız kulesi ve galata kulesi askının gizemine kapılıp yoluma devam ediyorum.
İstanbulu ozluyorum. Acıkcası İstanbulu ozlemeyi ozluyorum. Uzaklardan gelip havaalanında, "yaw hakikaten bu sehir farklı ve bu sehir benim ulkemden bir parca " demeyi, o mutlulugu ozluyorum. Seyahate cıkmayı, donup bu sehri kucaklamayı, uzaktan bu sehri dusunmeyi ozluyorum. Seviyorum, her turlu sıkıntısına , her turlu derdine ragmen....
Bugunku oykumu bu sehrin martılarıyla paylastım.... Bekle beni İstanbul ...
Omurden M. Sezgin
'04
http://omurdens.blogspot.com
Subscribe to:
Posts (Atom)