GezerEM diyorum çünkü yıllardır endüstri mühendisleri olarak EM’le bitiregeldiğimiz kelimelerin memleketi Azerbaycan’a iş nedeniyle gitme durumum oldu. GiderEM olmuştum sonunda:)
Sabahın erken saatlerinde Azerbaycan’ın yolunu tuttuk. Amacımız Bakü ve Tiflis’e yayılmış müşterimizin pazarını incelemek, gözlemlerde bulunmak idi.
İşle ilgili konuları bir yana bırakıp ben genel anlamıyla Bakü’den Tiflis’e, Tiflis’ten de Tirebolu’ya uzanan yolculuğumun izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
Öncelikle bu gezinin yıllardır kulaklarımıza çalınan, anlatılagelen, ünlenen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güzergahı olması açısından da ayrı bir önemliydi benim için. Ülkemizde bulunan Ceyhan’ı görmeden önce Bakü ve Tiflis’i derinlemesine görmek de ayrı bir ironik olay ya, kısmet böyleymiş:)
Önce Bakü’ye DüşerEM
Bakü havaalanına iner inmez, bize garip gelen Azeri Türkçesiyle hazırlanmış reklam panoları, uyarı yazıları karşıladı bizleri.
En tanınmış kart ile yahşi yol; yolculuğumuzun da bu şekilde yahşi geçmesi dileklerimizle havaalanından şehrin derinliklerine daldık.
Açıkçası gitmeden önceki Azerbaycan algısı, bizden çok ama çok geride olabilecek bir ülke idi. Şehrin içerisinde fazlaca gözlem yapıp, gezdikçe bu izlenimim yıkıldı. Hatta “ aşmışlar bizi” derecesine ulaştı.
Birçok yerde Türk markaları var. Özellikle, Romanya’da olduğu gibi inşaat malzemeleri üreten Türk markalarını birçok yerde görmek mümkün. Filli boya’dan, Kale seramiğe, Beko’dan, Vestel’e birçok Türk firması yerleşmiş durumda. Kalite algıları da çok yüksek.
Akşam vakitlerinde, liseden arkadaşım Altan’ın da yardımıyla şehrin Hazar denizi kenarındaki bulvarına doğru yol aldık. Şehrin arka sokaklarında ana caddelerine çıktıkça, çevrenin çehresi biraz daha şaşalı bir hal almaya, yoldaki arabaların tarzları daha da lüksleşmeye başladı. Geçen her beş arabadan biri jip. Benzin ucuz olunca, bu doğal gaz ve petrol zengini ülke vatandaşları daha da bir refah seviyesine ulaşmışlar. Bunu sokaklarda net bir şekilde hissediyorsunuz.
Gelmeden önce bendeki algı tamamen alt üst oldu diyebilirim. Vızır vızır geçen lüks arabalar, özel sarı tuğlalarla yapılmış yeni binalar, şaşalı bir şekilde ışıklandırılmış binalar, tamamen zenginleşmiş, gelişmiş Dubai havasında bir şehri andırıyordu. Zaten bir açıdan da İzmir’e benzetildiği için, orayla kardeş şehir bile olmuş Bakü.
Yollar tertemiz. Ara sokaklar alışveriş merkezine dönmüş. İstanbul’daki Akaretler’i bilirsiniz. Tüm ara sokaklar onun gibi. Yani İstanbul’u 10 sene sonra bu şekilde hayal ederdim diyebilirim.
Gecenin ilerleyen saatlerinde otele dönmek için taksiye bindik. Taksiler de Mercedes. Türkiye’de olduğu gibi, yurtdışında da taksiler izlenim edinmek açısından önemli bilgi merkezleridir. Taksiciyle anladığımız kadarıyla Azerice sohbet ettik. Körpeleri Alamanyanda yaşıyormuş:)
Azerbaycan’da, Arap ülkelerinde olduğu gibi yoğun anlamda Türk dizileri izleniyor. En popüler olan Kurtar vadisi olunca, beni de ordaki ünlü karakterlerden Güllü’ye benzettiler. Polat’a selamlarını iletmek üzere taksiden ayrıldık. Bu arda taksiler de beklediğimden çok ucuzlar. Yine benzinin etkisi diyebiliriz.
Azeri diline iki günlük zaman zarfında adapte olduk. Seviyorum ben bu dil olayını. Öğrenmesini, konuşmasını. Zaten işle alakalı olunca, kıymet (fiyat) , keyfiyet (kalite) , yahşi(güzel), vacip (önemli) , öz (kendi) gibi kelimeleri gün içerisinde çokça duyageldim.
Örnek bir cümle kurmak gerekirse;
Bizim üçün keyfiyyət, qiymət çox amma çox əhəmiyyətlidir. Bunun üçün mahsüllerimizi ən yaxşı şəkildə çıxarmağa çalışırıq.
Anlamayan olmamıştır sanırım. Yoksa Azerice derslerine başlayabilirim, çokça öğrendim :)
Bir de tuvaletlerde çektiğim bir fotoyu paylaşayım. Bunu da anlamayan olmayacağını düşünüyorum. Çok yahşi, çoook!
Azerbaycan ‘daki yemekleri es geçmeden Tiflis’i anlatmaya başlamak olmaz. Onlar da ayrı bir yahşi.
Yemekler bizimkilerle aynı, ancak tuz ve yağ oranları biraz daha yüksek. Resimlerde gördüğünüz tavukları, patlıcan ve patatesleri dört kişilik ekip olarak yemek de zorlandık diyebilirim. Sonrasında gelen çay, hele de çayı reçel ile içmek ayrı bir keyifli idi. Küp şeker yok, reçel olmadı mı çayları kıtlama içiyorsunuz.
Yemeğimizi de yedikten sonra Tiflis yolculuğuna başlamak adına havaalanın yolunu tutuyoruz. İş arkadaşıma ne kadar da demiş olsam da tren yolculuğunu kabul ettiremeyince böyle oldu. Oysa trenle ne kadar da güzel gözlem yapardık. Bir daha ki sefere.
Havaalanı girişindeki kontroller aynen bizdeki gibi. Buraya kadar tamam ama, check-in’ e gitmeden bir kontrol, boarding’e gitmeden bir kontrol daha. İçimizden “ ya kardeş, gerek var mı bu kadar kontrole “ desek de olmuyor. Ayakkabıları bile çıkarıp, özel bir güvenlik cihazına eller havada giriyoruz.
Kemer, cep telefonu, bozuk paralar elde kontrolden geçerken, polis usulca yanaşıyor.
-Paran var mı?
-Var
- Tamam, geçebilirsin.
Diyor. Bu aşamada nedenini sorsam da net öğrenebiliyorum, anladıysam da arap olayım
Tiflis’e yolculuk yaklaşık 1 saat sürüyor. Kısa mesafe olunca uçağımızda buna uygun kısalıkta. Hem boyu hem de yüksekliği kısa. Bir de pırpırlı olunca, ben arkadaşa dönüp, “ ya trenle gidecektik olum” diyorum. Gözünden onun da “ keşke” der gibi bir hali oluyor ama bozuntuya vermiyor. Bir adım atarak küçük uçağımızdaki yerimizi alıyoruz.
Tiflis’te bir gün
Tiflis’e gece yarısı ulaşıyoruz. Yol üzerlerinde sıra sıra reklam panoları karşılıyor bizleri. Oteli bulmada biraz zorlansak da hemen dışarıya atıyoruz kendimizi. Bakü’ye göre daha tarihi ve bu yapısından ötürü daha sanatsal bir şehir Tiflis.
Ara sokaklarını tecrübem doğrultusunda koklaya koklaya inceliyor, en cancanlı yerlerinde turluyoruz. Tarihi binalar arasında kafeler, barlar, restoranlar var. Burası kısmen İstiklal caddesindeki Asmalı Mesciti andırıyor, ama o kadar kalabalık yok. En azından gürültü, patırtı yok. Adamlar oturmuş muhabbet ediyorlar.
Burada dil nedeniyle insanlarla anlaşmak zor. Hatta, ilginç alfabelerinden ki bizde makarna alfabesi deniyormuş, yazıları bile anlamak imkansız. Arada Azeri birkaç kişiye rastlayıp genel bir bilgi ediniyoruz bu yeni ülke ve başkentten.
Başta da dediğim gibi yollar hep reklam panolarıyla dolu. Yol üzerine koydukları sıra sıra tabelalarda reklam yapıyorlar. Sürücünün dikkatini dağıtması nedeniyle İspanya’da yasaklanan yol reklamlarına nazaran, burada yolda kafanız sürekli reklamlara takılıyor. Kaza olana kadar devam sanırım
Resimlerden anlayan olursa, bana da anlatsın lütfen…
Tiflis’teki yemekler çok farklı. Türkiye’den döner, kebap gitmiş ama onlara özgü mantıya yumuluyorum ben. Lezzeti, duruşu şahane. İçi bol sulu. Elle yeniyor. Başta sularını döke döke biraz acemilik yaşadıktan sonra alışıyorum. Haldır haldır yiyorum leziz mantıları. Üzerine biraz acı ve bol karabiber dökünce de parmakları kaybedicem diye korkuyorum…
Mantılar bizimkilere göre daha büyük. Çindekilerden de büyük. Doğuya doğru gittikçe, mantılar büyüyor, insanlar küçülüyor benzeri bir espri yapılıyor.
Bir de içecekleri var ki, demelerine göre dünyaya nam salmış. Armutlu, limonlu, bizim sodanın yanında biraz daha şekerli ama ben çok beğendim.
Yemeği de yedikten sonra asıl maceralı yolculuğuma başlamak adına Tiflis otogarının yolunu tutuyorum. Planım kısa da olsa iki günlüğüne bizim oralara, Karadeniz’e kaçmak.
Önce Batum, sonra Sarp
Öncesinde internet ve eş-dosttan aldığım bilgiler doğrultusunda Tiflis’ten Batum’a ulaşımda kesinlikle bir sorun olmayacağına dair bilgi alıyorum. “ Her an bulursun, merak etme” tavsiyeleriyle otogarda soruşturmaya başlıyorum.
Ona sor,buna sor derken, Rizeli bir dayının Türkçe haykırışlarına tanık oluyorum.
- Ya 25 dakikadır buradayım.Ne zaman gelecek bu minibüs?
- Abi gelecek, gelecek. Sen merak etme.
Diyor ayakta bile zor duran otogar yetkilisi Gürcüce. Çokça sarhoş. Sonrasında ben dayıya doğru sokulup, Azeri kırması Türkçeme biraz Karadeniz şivesi katarak soruyorum.
- Haçen sorun nicedir?
- Yaw kardeşim 25 dakikadır gelecek, gelcek diye söylüyor. Benim acelem var, hadi beklemeyelim. Basıp dolmuşların kalktığı yere gidelim
Diyor. Yakında bir başka garajın olduğunu, ordan daha kolay araç bulabileceğimizi söylüyor. Karadenizli asi dayıyı biraz sakinleştirip, biraz daha beklemek konusunda ikna ediyorum, etmesine ama bir 25 dakikada beraber bekliyoruz.
O arada, yanımda bulunan Azeri arkadaşa, Azeri şivesiyle taksilerin yerini soruyor dayı.
- Yaw, dayı sen nerelisun? Diyorum.
- Ben Rizeliyim, Rizeli uşağım. Riiii zeeee liii
Belli ki sinirlenmiş, patlamak üzere. Fırçayı bana kayıyor. Ben ne bilim, bir gürcüce bir Azerice konuşunca dayının nereli olduğuna dair anlamadığım bir boşluğa düşünce sormuş bulunuyorum en hassas soruyu.
Hadi gidelim, hadi gidelim diye tutturunca biz biraz köhne kalmış otobüs garından dolmuş garına doğru yola çıkıyoruz taksici ile güzelce pazarlık yaptıktan sonra.
Sohbet koyulaşıyor. Dayı Tır şoförüymüş. Sürekli Tiflis’e gidip geliyormuş, burada evi bile varmış. Zaten o asabiyetle evden öyle bir hızlı çıkmış ki ayağına bir ayakkabı bile giymeyi unutmuş. Mavi terlikleriyle takılıyor mekanda.
Onbeş dakikalık şehiriçi gezisinden sonra dolmuş duraklarına ulaşıyoruz. Dolmuşlar da durak kadar köhne. Taksici bize Batum yolculuğunu da ayarlamış meğerse. Ben konuşmalardan dayının arada kaçırdığı Türkçe kelimeleri anlamakla yetinince, genel anlamıyla Fransız gibi dinliyorum muhabbetleri.
- Hadi uşağum atla da cidelum diyor.
Gösterdiği kocaman, üstü bavullarla, içi insanla tıka basa dolu bir dolmuş. Yol altı saat. Şahane bir macera diyerek atlıyorum dolmuşa. Bana en arka sırada oturmam gerektiğine dair talimat geliyor. Dayı da yanıma geliyor. İyi ki sen de varsın, muhabbet ederiz diyerek sırıtıyor. Arka tarafta o kadar sıkışıyoruz ki, çantaları da yukarıya koyamayınca iyice pastırma oluyoruz dolmuşun arkasında.
Arka tarafta güle oynaya yolculuğa başlıyoruz. Dolmuşların özelliği çok süratli gitmeleriymiş. Ciddi anlamda uçaktan farkı yok. Tek gidiş, tek geliş yolda salto atarak ilerliyoruz. O arada Rizeli dayıyla bizim muhabbet giderek koyulaşıyor. Bana beklide de binlerce kere anlattığı Tır Şöförü maceralarını anlatıyor. Gülmekten ölüyoruz gürcülerle dolu dolmuşta iki Karadenuz uşağu olarak
Bir ara öyle bir salto atıyoruz ki, araba neredeyse devrilecek. Benim arka tarafta sıkışmış vücuduma rağmen kafam tavana çarpacak şekilde zıplıyor, yüreğim hopluyor. Dayı sakin. Bir şey olmaz bunlar usta diyor aldırmıyor. O andan itibaren ben kellemi koltuğuma alıp, yolu dört gözle izleyerek yola devam ediyorum. Arada verilen molada bolca nefes alıp, yeni macera için gereken enerjiyi topluyorum.
Molada yine doyamadığım armut sularından bir tane içiyor, rezil rüsva vaziyetteki tuvaletlere mecburi bir ziyaret yapıyorum. Dayı da bana birkaç meyve almış, onları da yiyip yola devam ediyoruz. Daha 3 saatimiz var.
Yollar yemyeşil. Ama her tarafın ormanlık ve dikili bahçelerin olmaması dikkatimi çekiyor. Biz de olsa bu araziler fındık ağaçlarıyla, bağ bahçelerle dolar.
Batum’a Gürcistan saati ile 00:00 gibi varıyoruz. Batum sokakları hınca hınç dolu. Dolmuşumuz orda dura kalka haraket ediyor. Sağlı sollu eğlence mekanları, restoranlar, diskolar. İnsanlar mayolarla, havlularla geziyor. İşte diyorum, Karadenizde denize girilir mi sorusuna Tirebolu’dan sonra en mükemmel cevabı veren yerleşim yeri. Rusların tatil mekanı Batum turizmden ciddi anlamda para kazanıyor. Bizim oralar da otobanla sahillerini paramparça ediyor. Bu uzun konu, sonra detaylı anlatacağım.
Burdan da Sarp’a gitmemiz lazım malum. Taksiye binmemiz gerekiyor diyor dayı. O taksiyle pazarlık, öbürüyle pazarlık, ona fırça buna fırça derken, koca bir minibüs ile anlaşıp Sarp sınırına geliyoruz. Bu ana kadar harcadığım para 22 Lari, yaklaşık 12 dolar civarında.
Sarp sınırında Hopa’ya geçeriz, ordan da sen Tirebolu’ya rahat otobüs bulursun diyen dayı, birden ağız değiştirip, gel senle Hopa’ya gidelim, orda bir gece kalırsın, sabah da ilk otobüs ile Tirebolu’ya geçersin diyor.
Uuuuy… Nasıl yani dayucuğum? Diyerek irkiliyorum. Otobüs bulamam mı bu saatte?
Yok diyor dayı. “Ben cidiyorum, sen otobüs bekle burada” diyor ve ayrılıyor. Bu zamana kadar ki yol arkadaşımdan ayrılmak ayrı, Sarp sınır kapısında bizim oralara gecenin 00:00’ında (ki TR saati bir saat geri) otobüs bulmak ayrı koyuyor.
Gelip, geçen tırlara, özel araçlara nereye? Beni de alır mısınız demekle 2 saati yiyorum. Son anda dayanamayıp rica ettiğim polis;
- İsmayiiiiil diye sınır kapısındaki araçlara doğru bağırıyor.
İsmail, 25 kişilik dolmuşta 35 tane Gürcü işçiyi taşıyan Rize Pazar’lı bir genç şoför.
Polise olmaz diyemiyor, bana da “ bak abiciğum senunle 36 olduk, ayakta cideceksun ona cöre” diyor. Başka çaresi olmayan bendenuz atlayıveriyorum dolmuşa.
Yine sırtçantaları elimde, ayakta giden diğer 10 kişi koridorlara yayılınca ben kendimi Pazarlı şoförün direksiyonun dibinde buluyorum.
Bu sefer 34 gürcü , bir Rizeli ve bendeniz yola devam ediyoruz. Türkiye’ye girer girmez hemen otobanlar başlıyor. Hep anlatıyorum, sahillere yazık olmuş. Bir taraf yemyeşil dağlar,bir taraf uçsuz bucaksız Karadeniz. Yol keyifli ama deniz kültürünü bitirmişler. Çay yerine deniz turizmi de burada bir kaynak olsa ne de güzel olurdu hayıflanmasıyla yola devam ediyoruz.
İçerdekiler ayakta uyuyorlar, bendeniz gibi. Susuyorlar tabi. Duruyoruz bir çeşme başında. Onbeş dakika diye tahmin ettiğim mola, otoban yanındaki karanlık çeşme başında, Gürcüler arasında çıkan tartışma sonrası bir saat kadar sürüyor. Araya girip ayırayım diyorum da ben o andaki kendi halime acıyarak bakıyorum. Ula benum burada ne işum vardur daa!
Devam. Gece 3:30. Rizeli şoför direksiyona yapışmış, gözlerini faltaşı gibi açar vaziyette aracı sürmeye çalışıyor. Otobüstekiler uykuda. O arada bana demez mi;
- Ula uşağum beni konuştur, yoksa ben daha süremeyeceğum aracı. Çok yorulduma…
- Peku uşağum
Deyip koyu bir muhabbete dalıyoruz. Havadan, sudan, işten, paradan konuşuyoruz.
- Ne kadar kazaniyosun hele bu işten?
- Vallaha abicum 10 bin TL net kazanayrum da.
- Uyyyyy, sen ne diyosun ula, hele sen uyu da ben süreyum şu aracu diyorum.
Ordu’dan kürt işçileri almayınca, Gürcü işçiler fındık için haldır haldır geliyorlarmış. Kışın da 3 bin TL kazanıyormuş. Bereket versin!
Koyu sohbet ilerliyor, ama bizimkinin gözleri düştü düşecek. Ha gayret diye gaza getiriyorum, çünkü bizim eve 20 dakika kalmış. Dursa, tüm kafile inecek ve mola git gide uzayacak endişesi ile, ha gayret ha gayret diye bastırıyorum.
- Uşağum ben dayamayrum daaa
Diyor ve o anda kayar gibi olunca.
- Dur ula dur diye atlıyorum.
Duruş o duruş. Tirebolu’ya 15 dakika kala tekrar mola veriyoruz. Bizimki perişan bir halde kafayı direksiyona yapıştırıyor
Neyse, bu sefer 30 dakikada kurtuluyoruz mola sıkıntısından.
15 dakika sonra memleket sınırlarına giriyoruz. Ben de zaten uyku yok. Sabahın erken saatlerinde memleket havasını içime çekinde, manzarasını görünce ayrı bir kan geliyor beynime, ayaklarıma…Ne de güzel, inci gibi duruyor kalesi denizin ortasında. Özlemişum uşağım diyorum şoför ve zengin dostuma
Biraz da Tirebolu
Tirebolu çıkışındaki fındık bahçemizin tam önünde bırakıyor. 20 TL versen yeter diyerek ayrılıyorum bu güzel Rizeli dostumdan. Hemen eve çıkmak yok, yerli yerinde, zaten bizimkiler de uyuyordur.
Terden, yorgunluktan ölen vücudumu enerji almak adına atıyorum Tirebolu’nun sakin, süt liman sularına. Şu sıcaklarda bu yazıyı yazarken bile o serinliği hissetmek bile bana enerji veriyor.
Tuzu az, göl gibi. Bir bardak olsa içicem nerde ise. Manzara müthiş, koyveriyorum kendimi sulara…
Sonunda varıyorum eve ama ne varma!
İki günlük izin ve haftasonu ile şahane, doya doya bir tatil geçiriyorum memleketimde. Pidesini, balığını, taze fındığını ve 42 numaraları çayını da içerek lezzetime lezzet katıyorum.
Yine Karadenizde denize mi girilir algısını yıkmak adına birkaç kare paylaşarak bu uzunca uzun yazdığım maceramı bitireyim. İyi seyirler…
Daha nice nice Karadeniz seyahatlerine çıkmak, sizleri de oralarda ağırlamak dileklerimle…
Ömür’den sevgiler….
Ömürden Sezgin
Karadenuz’un hirçin delikanlusu
www.omurdensezgin.com