Önce Anadolu’dan Avrupa’ya
Çok zamandır böyle bir yolculuğun hayali içerisindeydim. Ege’yi derinlemesine keşfetmek. Bu keşfe de komşumuz Yunanistan üzerinden başlamak. Nedense ki bu zamana kadar bir fırsatını bulup yollara düşememiştim.
Mayıs aylarında bir aylık bir çaba sonrası, bir kere red yedikten sonra Almanya’dan törenlerle aldığım 6 aylık Schengen vizemin varlığı, ve bu vizeyle toplam 30 gün girip-çıkma hakkım olmasına rağmen 5 günlük kullanmış olmamın da bu konuda tetikleyici etkisi var. Hem de çok. O kadar çabayla aldıktan sonra bu kadar verimsiz kullanmış olmak da içten içten beni yiyordu.
Beklemeye, ertelemeye dayanamadığım bu gezi için ani bir karar ile otobüs firmalarını teker teker aradım. Yanıma bir eş, dost
alarak yola çıkmak iyi bir fikir olabilirdi ama nerden bulacaktık hem gelmek isteyen hem de schengen vizesi olan bir yol arkadaşı bu kısa zamanda, hem de tek başına , macera dolu böylesi bir geziye çıkmayalı da çok zaman olmuştu… Ömür’den solo keşfe çıkacaktık yıllar sonra…
Tek geziler iyi olur. Sınırlayan, yönlendiren birileri olmaz. Sırtında çanta, rota nereyi gösterirse gidersin. Ne yemek istersen, nerede kalmak istersen kendin karar verirsin özgürce. Tek sıkıntısı tek olmanın verdiği tek fotoları tek elle çekmeye gayret etmektir:) Tek sefer yerine çok sefer denemelerle arka fonu yüzünü de aynı kareye alarak fotoğraflamaya çabalarsın.
Neyse, Ulusoy, Varan, Metro derken, Metronun Atina ve Selanik olmak üzere seferlerinin olduğunu öğrendim. TCDD’nin de dostluk treni ile Selanik’e yataklı trenlerle gitmek mümkün ama bu yaklaşık 12 saatlik süren yolculukta otobüs camından etrafı incelemek, İpsala sınır kapısında otobüsle geçmek beni daha çok heyecanlandırmıştı.
İşten çıkar çıkmaz soluğu Harem’de aldım. Koca İstanbul’un Anadolu yakasından Ege’nin üç incisi Selanik,Atina ve sonrasında İzmir’i kapsayan tur başlıyordu. Dakika dakika elimdeki kamera ile kareleri yakalamaya başladım.
Avrupa'da ilk noktamız Sirkeci iskelesi. Avrupa bir başka canım Hemencecik de havaya girmiştim ama daha İstanbul’da otogara gidene kadar çekilecek çilem vardı. Öncesinde Fatih’de üniversiteden dönem arkadaşım Bilal’lerin evinde , yine dönem arkadaşım Alperen ile birlikte iftarı yaptıktan sonra Ramazan ayının yaşandığı İstanbul’dan ayrılıp Hristiyan komşumuzun yoluna düşme vakti gelmişti.
Gezi, kültürel ve yaşantı olarak çokça benzerliğimiz olan din olarak farklı olan komşumuzu tanıma açısından da farklı bir değer ve heyecan taşıyordu.
Esenler otogarına, evdeki sohbetin uzaması nedeniyle son dakikada yetiştim. Çift katlı, televizyonlu, kablosuz internetli otobüsümüz otogarda çoktan yerini almış, harekete hazırdı. Kan ter içerisinde içeri girip, pencere kenarındaki yerimi aldım.
Bir süredir keyifle okuduğum, Buket Uzuner’in Atatürk havalında geçen romanı İstanbulluları da elime alıp, otobüsün penceresine yaslanıp keyifli yolculuğuma başlıyordum. İstanbul’un farklı kültürlerdeki, farklı dinlerdeki karakterlerinin geçtiği bir roman olması itibariyle, gezim ile de örtüşen bir yanı da vardı.
İlk durak İpsala sınır kapısı
Dört saatlik bir Trakya yolculuğundan sonra İpsala sınır kapısına ulaştık. Bu yürüyerek geçtiğim Sarp sınır kapısından sonra karayolu ile geçeceğim ikinci sınır idi. Schengen paranoyası nedeniyle ürekerek işlemlerimi yaptırmaya başladım. Otobüsten inip, önce her Türk vatandaşı gibi harç pulumuzu alıp, görevli memurun önce bana sonra resmime bakarak verdi onaydan sonra ülkeden çıkış işlemimizi hallettik.
Şimdi sıra komşu kapılarından geçmekte idi. Muavinin yanımıza gelip elinde bulundurduğu sepete pasaportlarımızı attıktan sonra derin bir bekleyişe geçtik. Diğer yolcularda çok bir telaş yok ama dedim ya ben de bir Schengen ve Avrupa paranoyası var. Acaba ne olacak telaşı ile yarım saat kadar işlemlerin tamamlanmasını bekledik. O arada otobüs İpsala’daki serbest bölge dükkanlarının yanına çekti, alışverişlerimizi yaptık. Her taraf gurbetçi vatandaşlarımız ve lüks arabaları ile dolu idi. Malum onlar da dönüş yolculuğundalar, Türkiye’deki tatilleri bitmiş. Bu zamana kadar Alman havaalanlarında büyük bavullarla rastladığım gurbetçiler, burada 5 kişilik arabalara 7-8 kişi sıkışmaya çalışıyor ve böyle ta Alamanyalara yolculuk yapıyorladı.
Neyse, beklenen an geldi ve pasaportlarımız sağ salim ellerimize ulaştı. Ulaştı dediğim, otobüs şöförü elinde tomar tomar pasaportlarla geldi ve otobüs içerisinde herkesin ismini teker teker okuyarak pasaportları dağıtmaya başladı. O an, lisede sınav sonuçları okunurken kağıtları dağıtan hocanın gözlerinin içine cin gibi bakan halimi görür gibi oldum.
- Ömürden , 89
- Yaşasın 5 almışım.
Heyecanına benzer bir heyecanla aldım pasaportumu. Artık Yunanistan topraklarına geçmemek için bir engel kalmamıştı. Bu iş bu kadar kolaydı da ben neden daha önce böylesi bir yolculuğa çıkıp yanı başımızdaki komşumuzu ziyaret etmedim diye yakındım.
Bu arada, Yunanistan sınırlarına girdiğim anda küçük bir tuvalet ziyaretim oldu. Yunan komşumuz biz Türklerin tuvalet huylarından çok çekmiş olacak ki tuvalet kapılarını yazılarla donatmış. Bir de doğru yazsalar :) Aşağıdaki kare yan komşumuzun tuvalet kapılarından….
Yunanistan topraklarındayım
Bu noktadan sonra gezimize http://fizy.com/#s/1mgkdb ünlü sirtaki melodisini açarak devam edelim…Pişman olamayacaksınız:)
Evet, yaklaşık 2,5 saatlik gümrük işlemlerinden sonra havanın ilk aydınlığıyla beraber Yunanistan topraklarına giriş yapmış olduk.
Yollarda tabelalar artık yeşil yazılar anlaşılmaz bir hal almıştı.
İlk durağımız Kavala. Tarih kitaplarında çokça duyduğumuz bu şirin şehre tam göbeğinden giriş yaptık. Yolcu indireceğimiz için kısa bir tur da yapma şansımız oldu. İlk izlenimlerim kıyıya paralel dağların yamacına yerleşmiş bir yer olması nedeniyle bizim Karadeniz illerine çok benzediği yönünde idi.
Ama geniş balkonlu binaları, marinası, denize bakan korunmuş evleriyle bizim yıkımdan kurtulan modern, hayallerimdeki gibi bir yapıya sahipti.
Yola devam ettik. Yaklaşık 2 saat kadar sağlı sollu bol yeşillikli yollardan geçtikten sonra Selanik’e vardık. Dediğim gibi detaylı bir araştırma yapmadığım, ve de haritasız şehirlerin içerisinde kaybolmayı sevmemden dolayı, yürüye yürüye, sora sora Atatürk’ün evini elimle koymuş gibi buldum.
Ciddi anlamda kitaplarda gördüğüm bu yapıyı çıplak gözlerle karşımda görmek, dokunmak, fotoğraflamak çok ama çok heyecanlandırmıştı. İçeriye girip Zübeyde Hanım’ın odası, Ata’nın koştuğu koridorları görmek, eşyalarına izin olmasa :) da dokunmak ayrı bir heyecanlandırmıştı.
Kitaplardan gördüğüm kadarıyla hep şehrin dışında, ara sokaklarda bir yer olarak hayal etmiştim. Yer itibariyle trafiğin yoğun olduğu ana caddelerden birine bakan ara sokakta idi ev. Trafik bile bir ara sıkıştı ben ordayken. Yalnızlık kurbanı olarak tek başıma kendi kendimi becerebildiğim miktarda çekmeye çalıştım.
İlk ziyaret noktasından sonra hedef şehrin merkezine doğru hareket etmekti. Malum planım Selanik’te 3-4 saat kalıp geceki durağım Atina’ya ulaşmaktı.
Selanik’te yokuşların olduğu bir şehir. Her deniz kenarına yerleşmiş yokuşlu şehirde olduğu gibi, burada da sokaklardan aşağıya doğru indiğinizde denize ulaşmanız mümkündür diyerek vurdum ara sokaklara kendimi.
Sokaklara masalar atılmış, amcalar tavla oynuyor, kafelerde insanlar kahve içiyor, çaylarını yudumluyor. Muhabbetleri dinleme şansım olmadı. Malum cep telefonundan ayarlayıp yerel bir radyoda Yunan ezgileriyle yürümek beni daha çok cezp etmişti. Arada kalabalık yerlerde kulağımdaki kulaklığı çıkartıp, “sanifanis yorokos mikos faritos” benzeri seslerin çıktığı kalabalığı da dinlediğim gözlemlediğim oldu ama anlamak ne mümkün değil.
Selanik’in sahiline indiğimde 10 yıldır uğramadığım, yeni kordonu bittikten sonra görmediğim İzmir’in kafamdaki bildiğim haliyle karşı karşıya kaldım. Bir tarafta kafeler, restoranlar, mağazalar, diğer tarafta eşsiz Ege denizi. Binalar geniş balkonlarıyla bu manzaraya karşı dönmüş, gemilerin geçişlerini izliyor. Tek farkı Selanik kordonunun sonunda şehrin sembolü haline gelmiş, zamanında hem koruma amaçlı hem de cezaevi amaçlı kullanılan kalenin olması…
Kaleye çıkıp güzel şehir manzarasını izleyip, Ege havasını içime çektikten sonra, önceden olmasa da bir gurme olarak yemekleri test etme vakti gelmişti. Yine araştırmamanın verdiği cesaretle, müze görevlisine “ mama, mama” benzeri hareketler yapıp, İngilizce bildiğini sonradan öğrenerek, bana Selanik için tavsiyelerde bulunmasını rica ettim. Beni şehrin merkezinde her türlü yöresel yemeği bulabileceğim pazara yönlendirdi. Yürümeye devam..Çok da sıcak ama ne yapalım…
Pazarda yok yok. Balıktan zeytinyağlı dolmalara, incirden üzüme her şey mevcut. Lokantalar da var. Hemen gözüme en yöresel gelen “Tabepna”lardan (Sanırım Taverna diye anılıyor) birine çöktüm daha doğrusu yoğun iletişim, markaj yapan sorumluları tarafından çöktürüldüm. Bizim deyişimizle “ Buyrun buyurun efendim, buyurun” çığırtkanlığı yapan delikanlılar tarafından hazır olan masam birkaç kez gözüme sokulunca oturmamazlık etmedik.
Yemek listesinde bildiğimiz Hünkar Beğendi var, ama Honkiar Begiendin diye yazılıyor. Bildiğimiz bir yemek, bir de balık bulamayınca tavuk istedim. Limonuyla beraber geldi. Bolca sıktıktan sonra afiyetle yedim:) Af yok!
Kısa kısa sokak aralarını teftiş ettikten sonra Atina otogarına doğru yol alma vakti gelmişti. Malum altı saatlik yol olunca, akşama yetişmek için şimdiden otobüse yetişmem gerekiyordu. İlk belediye otobüsü ile otogarın yolunu tuttum. Şehir merkezine çok uzak değil. Otogar görüntü olarak da bizimkilerle aynı. Hatta bir an Eskişehir otogarına geldim zannettim. Her yanıyla
bizleri andırıyor desenize:) Tek fark otobüslerin durduğu alanın da üzeri kapalı… Kocaman kapalı alan, biraz gürültü oluyor ama ziyanı yok…
Ulaşım biraz pahalıca. Ankara- İstanbul arası yol misali düşündüğümüzde iki katı kadar para ödedim bu yolculuk için diyebilirim. Hele otobüslere bakıldığında, değer olarak 4 katı civarına geldi. 39 Euro, altı saatlik, kötü otobüslerle seyahat…Ama yola devam, ne yapalım?
Yol deniz kenarlarından, dağ aralarından geçiyor. Dışarıyı izlemek o kadar keyifli ki… Bir yerde mola verdik, yaklaşık yarım saat. Tuvaletler ücretsiz. Tuvaletler ah tuvaletler… Avrupa’da bu tuvaletlerden çektiklerimi yazsam ayrı bir kitap olur ya bu konulara burada girmeyeyim :)
Atina'dayım...
Atina otogarına geldiğimde saat 22:00 olmuştu. Burası da aynı Bursa otogarı. Yine üstü kapalısından. Şehir merkezine doğru yol aldık. Ne şöför ne de vatandaşlar İngilizce bilemeyince ben tek bildiğim kelime, o da gideceğim meydanın ismi olan Syntagma meydanı olunca sora sora Atina’nın merkezini bulduk.
Oradan da Plaka bölgesinde, ki şehrin cıvıl cıvıl olan merkezi burası, ayarladığım hosteli bulmaya çalıştım. Elimle koymuş gibi orayı da kolayca buldum…Öğrenci hosteli. Bana 8 kişilik odadan bir yatak ver dedim, kalmamış, ben de iki kişilik ranzalı odaya yerleştim. Çoğu kişinin aksine kalabalık odayı istemem ve seçmem ne garip değil mi? Bence değil. Birçok arkadaş, sıkı dost edindim bu zamana kadar hostellerden. Kafa yapıma uyan çok arkadaşım oldu. Bu sefer iki kişilik odaya kaldık ama ordan da bir Brezilyalı arkadaş çıkardım
Tüm Atina’yı Tiago ile gezdim. Neyse ki bundan sonraki fotolarda tek başına mücadelem ortadan kalkmış oldu.
Sabah kalkar kalmaz kukla gibi olan Yunan askerlerinin nöbet değişim törenlerine tanıklık ettik. Tam bir pazarlama ürünü. Askerler belli hareketlerle birbirlerini selamlıyorlar, yüzlerce turistin önünden geçit yapıyorlar ve silahlarıyla yaptıkları ilginç selamlama ile yerlerini alıyorlar. Yerlerine geçtikten sonra yüzlerce turist sıraya girip fotoğraf çektirme yarışına geçiyor. Ben o arada fırsatını bulamadım ama Tiago sağolsun, yandan da olsa güzel bir fotoğrafımı yakaladı.
Atina’da yollarda bolca simitçi var. Taksiler, taksi şöförlerinin tavırları, trafikteki araçların ve insanların genel hareketlerini gözlemlediğinizde bir Türk şehri ile ayrımını yapamazsınız.
Turistik alanlara doğru gelindiğinde de satışçıların turizm kentini içlerini sindirdiğini görebiliyorsunuz. Ne bağrışma, ne çağırma…İsteyen istediği gibi bakıyor ürünlere…İstanbul hakkında hep geri kalındığını söylediğim souvenir pazarı da burada çokca gelişmiş. Her tür tarihi eserin, ilginç Yunan sembollerinin maketini görebilirsiniz.
Benim için ilginç olan nazar boncukları idi. Boncukları görür görmez satıcı kadının yanına gelip bu konuda bir sohbete dalayım dedim ağzımın payını aldım. İstanbul’dan geldiğimi der demez, anlatsana bakalım şu nazar boncuğunun hikayesini dedi. Benim bildiğim tek hikaye: bu mavi gözlerin, Avrupalı gözlerini yansıttığı için bir koruyucu özellik olduğu idi. Ama o bir tanrılardan girdi, bir hikayeler anlattı ki bu hakikaten bir Yunan kültürü diye düşünmeden edemedim. Sonra gözlerim Hacivat ve karagöz minyatürlerine ilişti. Peki ya bunlar dedim?
- Hacivat Türk, Karagöz Yunan. Bu ikisi çok iyi iki
arkadaşmış dedi. Atina’da yaşarlarmış.
- Hadi ordan be dedim:) kibarca. Bu iki karakter
bizim Bursa’da Ulu Caminin yapmında çalışan
iki inşaat işçisi dedim. Hem Karagöz Türkçe bir
isim, nasıl o Yunan olur da Hacivat Türk olur
onu anlamadım.
Boncuk hikayesinden sonra sadece güldü Ben de “hepimiz kardeşiz” edasıyla o kadar çok ortak özelliğimiz var ki diyerek elimde önceden hazırladığım Yunancada kullanılan ortak kelimelerimizin olduğu bir kağıt çıkardım.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Yunanca
Omuz, bakkal, marangoz diye saymaya başladım. Naz kelimesini söylediğimde satıcı kadının kelimeyi anlatır bir şekilde cilveli haraket yapmasına diyecek yoktu. Vallaha dedim, cilveleri bile aynı bizim kızlarla :)
Benzer bir diyaloğu kemençe satan amca ile de yaşadım. Neyseki birkaç buzuki melodisiyle beni yatıştırmayı bildi . Sonuçta ucu bizim Karadenuza dokindi mu ben oluverurdum hirçun Karadenuz Erkeğu daaaa!
Birkaç alışverişten sonra ünlü Akropolis şehrinde aldık soluğu. İçeri giriş 12 Euro. Elinize 6 tane bilet veriyorlar. Bu altı biletle altı yere girebiliyorsunuz ama biz ufacık şehirde sadece 4 yeri bulabildik. Ne harita var ne de gösteren bir levha. Neyse ben tepe üstüne kurulan şehir anlamına gelen Akropolis ve orada ünlü tapınak Parthenondan bahsedeyim.
Şehrin en görkemli yerinde. Sanki düzlük arasında koca bir tepe fırlamış bu şehri kurmak ve bu tapınağı üzerine yerleştirmek için. Çok da iyi bakmışlar, hala daha restorasyon devam ediyor. Yine Tiago sağolsun tek başıma fotoğraf çektirmekten kurtulunca kendimin de olduğu bolca fotoğraf çektirdim orda. Malum bu fotolara kendini de koyma olayı tek biz Türklere aittir diye düşünürken Tiago’nun da bolca fotoğrafını ben çektim. Brezilya, Yunanistan bayağı ortak noktalarımız var:)
Akşam olmaya yaklaştıkça yine yerli halktan tavsiyeler alıp, Yunan ezgileri eşliğinde güzel bir yemek için Pire limanının yolunu tuttuk. Trenle yaklaşık 45 dakika sürüyor. Burası adalara ve İtalya’ya gemilerin kalktığı büyük bir liman. Etrafında dolandıktan sonra ada manzaralı birçok lokantanın olduğu bir yere doğru yola koyulduk.
Yine mavi beyaz masa örtüleri, küçük mavi sandalyeleri, enfes balıklarıyla yöresel izlenimi veren salaş bir restorana çöktük beraber. Önce ahtapot, ardından kalamar…Ada manzarası, ve güneşin batışı. Bir de bizdeki kemancılar gibi buzuki çalan amcalar masamızı donatınca deme keyfimize. Brezilyalı çok anlamasa da ben fena halde keyif aldım. Buzuki çalan amcayı da yüksek tecrübemle para vermeden uzaklaştırdım. Yan masalara çalsa da uzaktan buzukinin sesi bayağı bir “ücretsiz” geliyordu bize…
Gece olunca hostelimize geri döndük. Planım şöyle tabak çanak kırılan, sirtakilerin yapıldığı bir tavernayı ziyaret etmekti ama hostele döner dönmez durmak bilmeyen yürüyüşümüz sonucu yorgun düşen vücudumu yatağa koyduğumda bayılıvermişim. Sabah da malum ayrılmam gerektiği için uyandığımda çıkmadığıma bin pişman olmuştum. Neyse olayı çözdüğüm için bu hevesimi bir başka bahara belki daha kalabalık bir kafileyle geleceğim zamana erteledim.
Biraz da Egenin Türk incisi!
Sabah kalkar kalkmaz, İzmir’e, Ege yolculuğumun son incisine doğru yapacağım uçak yolculuğu için havaalanının yolunu tuttum. THY ve Pegasun’un uçakları var. Her seyahatte olduğu gibi burada da uygun fiyat olunca Pegasus’la bu 45 dakikalık Atina-İzmir yolculuğumu gerçekleştirdim.
Sonunda 10 yıl aradan sonra İzmir’deydim. Belediye otobüsü havaalanından şehre doğru gitmeye başlayınca açıkcası şehirdeki çarpık yapılaşma, beş benzemez yapılardan dolayı moralim bozuldu. Tamam, kordon, Karşıyaka tarafı genel anlamıyla güzel planlanmış yerler olsa da, Atina’daki beyaz ve tonlarıyla boyanmış tutarlı yapılaşma, trafik işaretleri,mavi panjurlar, geniş balkonlu binalar şehrin her tarafında hissedebileceğiniz bir kimlik. Bu bizim şehirlerimizde, belki de en az hissedilebilecek İzmir’inde bile çok fazla göz bozuyor, üzüyor. Yıllardır yurtdışında yaşamış da, sonrasında ülkesine dönmüş, bu bozuk yapılaşmayı fark etmiş biri gibi görmüş oldum ama göz bu, bariz hissediyor.
Konak tarafına daha yakın olmama rağmen önce Karşıyaka’yı görme ve oradan Konak tarafına geçmek adına bir plan yaptım. Facebookta İzmir’li dostlardan gelen talimatlar üzerine
Karşıyaka’ya desturla girdik:) Oradan da Konak meydanına geçtim. Saat kulesi yerli yerinde, Kemeraltı yerli yerinde ve kalabalık. Sokaklarda tavla oynayan amcalar suyun iki yakasındaki benzerliğin en önemli kanıtı.
Birkaç turdan sonra asıl önemli nokta Kordon tarafına yürüye yürüye yol alacaktım ki alt dönemden, ünlü İzmir’li mezunumuz Gencer imdadıma yetişti. Ankara’da 35 plakasıyla beni gezdiren Gencer’in asıl yeri olan İzmir’de 35 plaka ile gezdirmesi de ayrı bir hoş oldu benim için. Arabayı parkedip, yenilenmiş kordonda biraz turladık ama eskisiyle büyülenmiş ve kafasında hep o eski görüntü olan bendeniz bu yeni halini pek sevemedim. Selanik’teki gördüğüm ve benzettiğim o eski İzmir sahnesi hep yerinde kalsaydı keşke diyerek içimden geçirdim ama izlenim ve konuştuklarım doğrultusunda İzmirlilerin bu işten çokça memnun oldukları hissediliyordu. Hele eski taşların korunup, yeni yollara kullanıldığını görünce içim gitti vallaha…
Gencer ile kordonda sıra sıra dizilmiş lokantalardan birine çöktük. Hoş sobet, kalamar ve balıklarla beraber İzmir’de güneşi batırdık.
Artık bana da İstanbul’a, bu koca üç şehrin ağabeyleri sayılan İstanbul’a dönme vakti gelmişti.
Otobüs, tren, uçak yolculuğundan sonra Topçular – Eskihisar vapur yolcuğunu da yaparak deniz taşımacılığı ile yolcuğumu sonlandırdım.
Genel izlenimlerim ve bazı kelimeler dışında Ege şehirleri için ortak gördüğüm noktalar ise şöyle;
- Yemekler bol zeytinyağlı yapılıyor.
- Muhteşem Ege esintisinde insanlar kafelerde dinleniyor, yiyor, içiyor, eğleniyor.
- Her birinin güzel ve etkileyici ezgileri, müzikleri ,şarkıları var.
- İçmeye ve dans etmeye bayılıyorlar.
- Modayı önceden takip ediyorlar ve turizmden muazzam paralar kazanıyorlar.
- Ve en önemlisi kızları çok ama çok güzel…Çok şık giyiniyor, adamın aklını başından alıyorlar
Ömür’den sevgiler…
Ömürden Sezgin
Www.omurdensezgin.com